22.09.2008

Bayrağa Kurşun | Sedat Onar






Bayrağa Kurşun

İlk kurşun, 1996 yılının 23 Haziran’ında Ankara’da atıldı.

HADEP denilen partinin Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda yapılan 2nci Olağan Kongresinde binlerce kişinin ve parti yöneticilerinin gözü önünde Faysal Akcan isimli bir mahlukat salonun çatısındaki Türk bayrağını yere attı. Bayrağın yere düşmesiyle, spor salonunu dolduran vahşi kalabalık adeta zafer kazanmış olmanın verdiği bir hisle hayvani çığlıklar atmaya başladı.

Bu olaya o zaman koskoca Türkiye’den cılız birkaç tepki dışında doğru dürüst tepki bile verilmedi.

Olay Cumhuriyetimizin tam kalbinde olmuştu...

Ben o zaman Elazığ’daydım. Televizyonu herkesten fazla kahrolarak seyretmiştik. Çünkü bu olaydan 2 ay önce 27 Nisan 1996 tarihinde Ayhan Hocaoğlu isimli bir uzman çavuşumu şehit vermiştim. O yere atılan bayrağa en son Ayhan’ın kanı damlamıştı. Kahrımız ondan dolayı herkesten fazlaydı.

Bekledik... Koskoca Ankara’da bu olayı duyup, müdahale edecek ve o meşum kongreyi derhal sona erdirecek bir yetkili bekledik. Çıkmadı. Daha sonra bayrağı yere atan o melanet adam 22 yıl hapis cezası aldı ama ne fayda...

Türk tarih ve geleneklerinde bayrağımızı yere atan hiçbir zaman yaşatılmamıştır. Hatta yeni nesiller belki hatırlarlar: Kıbrıs’da yeşil hat üzerinde bulunan bir Türk Bayrağını indirmek için kudurmuş gibi direğe tırmanmaya çalışan bir densiz aynı anda kafasından vurularak yere indirilmişti. O zaman Yunanlılar da bu bayrak işinin ciddiyetini öğrenmişti.

Neyse... Ardından ikinci kurşun Mersin’de atıldı. 21 Mart 2005 tarihindeki Nevruz azgınlıkları sırasında bayrak indirilip, yakılmaya çalışıldı. Millet ayağa kalktı. Ama yine kendilerine demokrat süs vermiş tipler “Ne olacak? Olay provokasyon, işin içinde çocuk var. Küçücük bir çocuk nedeniyle koparılan şu şovenist yaygaraya bakın...” bile deyip olayı hafife almaya çalıştılar.

Daha sonra benzer olay İstanbul’da yaşandı. Gösteri yapan PKK sempatizanlarının yürüyüş yaptığı güzergahta bulunan iki genç kızımız Türk bayrağı salladılar diye sempatizanların saldırısına uğradı. Yine koskoca İstanbul’dan tık yok...

Cizre’de bayrak yakma olayı da böyle geldi. Üç kurşun yememize rağmen gıkımız çıkmadı. Merhamet gösterdik.

Biz dağın tepesinden kopan çığı önemsemedik ve böyle giderse çığın altında kalma riskimiz doğacak...

Özcan Deniz’in ayağından kurşunlanmasına yarım sayfa ayıran büyük gazetelerimiz, Cizre’de Türk Bayrağına yapılan aşağılık harekete minnacık bir yer ayırmıştı. Aslında bu hepsinden de kahrediciydi. Önemsememek. Duyarsızlaşmak. Olayları basite indirgemek. Milletin değerlerini hafife almak...

Bazı yazarlarımızda: “Provokasyonlara alet olmayalım, demokratik düzen içinde olaylara müdahale edilsin, olayı gerçekleştirenler küçücük çocuklar, bakın dün Batman’da bir komiser gösterici çocuklara şeker dağıtarak olayları yumuşattı...” gibi ipe sapa gelmez açıklamalarda bulundular.

Bir: bayrağın indirilmesini gösteren gazete fotoğraflarına baktığımızda, bayrağı indirenlerin çoluk çocuk olmadığı kabak gibi ortada. Hatta içlerinde yaşını başını almış, kıçının kılı bile ağarmış mahlukatlar bile var. Olay hafife alınamaz. Bizler Amerikalılar gibi bayrağımızın yakılmasına, indirilmesine, ondan elbise yapılmasına, dalga geçilmesine tahammül edemeyiz. Bugün bayrağımızın indirilmesini kaale almazsak, yarın donumuzu indirmeye kalktıklarında da kaale alacak kimse kalmaz.

İki: bayrağa karşı yapılan saldırıların sıklığı artmaya başladı. Bir o kadar da bu saldırılara karşı hoşgörü ve vefasızlık başladı. Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşında o bayrağın dalgalanması için atalarımız canlarını nasıl verdilerse, Cizre’de de polis ve askerimizden bunu beklerdik. O bayrak indirilmemeliydi...Buna kimse göz yummamalıydı...

Üç: bu bayrağa tahammül edemeyen bu milletin düşmanıdır. Daha ötesi yok.. İster sağcı, ister solcu, ister Alevi, ister Sünni, ister Türk, ister Kürt kim olursa olsun bu bayrağın gölgesinde yaşamak için kader birliği yapmış herkes buna tepki göstermelidir.

Tepkisizlik yarın Meclisimizdeki, Anıtkabir’deki bayrağımıza el uzatacaklara cesaret verir.

Bayrak bir ülkenin bağımsızlığını ve özgürlüğünü temsil eder. Bayrağını indirten milletler de sömürge olmaya ve köle olarak yaşamaya mahkum olur.

Benim yazılarıma alışık olanlara bu yazı çok somurtkan gelecek. Hiç mizah yapamadım. İçimden gelmedi. Düşmanın elinin namahremimize uzanması benim canımı çok sıktı, ama çok...

Sedat ONAR

‘Adale’ Mülkün Temelidir | Sedat ONAR



‘Adale’ Mülkün Temelidir



Hz. Ömer’in söylediği rivayet edilir.

“El adlü esasül-mülk”, yani ‘Adalet mülkün temelidir.’

Gerçekten de mülkün varsa, adalet vardır. Mülkün yoksa, zaten adaleti aramazsın. Mülkü olan gücüyle adaleti sağlar. Ama doğru, ama yanlış.

Eskiden insanlar adaleti adale gücü ile sağlar, haksızlığa uğramışsa kendi giderir, haksızken bile haklı hale gelirmiş. Zamanla bunun toplumda kargaşa yarattığı düşünülerek, adaleti koruma ve yayma işi devletler tarafından yerine getirilmeye başlanmış.

Yani “Adale” mülkün temeli olmaktan çıkıp “adalet” mülkün temeli olmuş.

Tabii, bu söylediğimiz batı demokrasilerinde geçerli olan bir husus.

Bizim gibi ülkelerde adaletin dağıtımında adale gücü yerini zamanla toprak ve sermaye gücüne bırakmış.

Doğu’nun bir çok yerinde ilkel aşiret yapılanması içinde adalet her zaman ağa’dan yana olmuştur.

Batı’da ise bunun yerini sermaye sahipleri, siyasetçiler ve nüfuslu bürokratlar almıştır.

Bu gruplar; devletin her kademesinde işlerini rahatlıkla yaptırmış, servetleri ile ters orantılı vergi ödemiş, ülkenin nimetlerinden daha fazla faydalanmış, adaletin haklıdan değil güçlüden yana olmasını sağlamışlardır. Bunu yaparken de hiçbir zarar görmemişlerdir.

Eğer bu ülkede fakirsen, arkanda yaslanacağın kimin kimsen yoksa adalet pastasından bir dilim pasta yiyemezsin. Herkes kanunlar önünde eşittir ilkesi başkalarına işlemezken, sana işler.

Hani, Ziya Paşa’nın dediği gibi:

“Milyonla çalan mesned-i izzette ser-efraz,

Mürtekibîn cây-ı kürektir.” (Milyonla çalan baş tacıdır. Birkaç kuruş götüreni ise kürek mahkûmu yaparlar.)

Maalesef böyle. Herhalde Türkiye Cumhuriyeti tarihinde tek istisnası Cem Uzan’dır. Cem Uzan’a da siyasi yönden rakip olduğu için kafayı takıp, bir ay içinde diz üstü çöktürmüşlerdir. Bunun dışında bu çevrelerden birinin bir diğerinin tavuğuna kışt dediğini duymadım.

Şimdi, siyasi arena da tencere dibin kara, seninki benden kara çekişmesi başladı ya, bakalım ortaya daha neler neler dökülecek? Devleti yönetenlerin yıllardır bilip de halktan sakladıkları rakip takıma ait yolsuzluklar, nasıl da bir bir ortaya dökülmeye başladı. Kontra-ataklar gecikmedi. Bu sefer rakip takım oyuncuları var güçleriyle, devleti yönetenlerin üzerine gitmeye başladı. Maç kıran kırana geçiyor. Ancak böyle giderlerse, her iki taraftan da 90 dakikayı tamamlayacak insan çıkmaz.

Allah’tan şu Almanlar var da, fitili ateşlediler.

Bu olaylar ne oldu da bu kadar büyüdü?

Daha önceden de pastörize yumurta olayından, Ali Dibo olayına, Bosna paralarından, Galataport olayına kadar yüzlerce olay gündeme gelmiş, ne vatandaşımız, ne basın, ne hükümet, ne de diğer kuruluşlar olayların üzerine bu kadar gitmemişti.

Nihayetinde çıkar çevreleriyle hükümetler arasında zımnî bir ittifak kurularak meseleler atlatılmıştı.

Demek ki, her iki taraf artık çıkar çatışmasının son noktasına varmışlar. Birbirlerine bel altı dahil her şekilde vuruyorlar.

Duruşumuzu hakkaniyetli yapacağız. Deniz Feneri eV. Yolsuzluğuna nasıl ses çıkarıyorsak, Aydın Doğan’ın kağıt yolsuzluğuna da, Bayram Meral’in oğlunun danışman kadrosundan usulsüzce maaş alışına da ses çıkaracağız. Kızılay’ı soyan çetelere nasıl sövüp sayıyorsak, elbette Deniz Fenerini soyanlara da söveceğiz. Devletin parası ile trilyonluk makam arabası alan emekli general de canımızı sıkacak, görevdeki meclis başkanı da…

Benim hırsızım senin hırsızını döver anlayışı yeni nesil de, ulusalcı, milliyetçi, devrimci çevrelerde artık yok.

Bırakalım meydanı birbirlerini yesinler, desek de, bunların birbirini yiyeceği yok. Olan insanlarımızdaki adalet anlayışına, çocuklarının geleceği için uğraş veren kesime olacak…

Ne diyelim, adalet mülkün temeli olmaktan çıkıp, tekrar adale mülkün temelidir anlayışına mı dönüyoruz? Ben iyimser bakıp, kendimi avutmak istiyorum, ama başaramıyorum…

Durduk yere, kendi kendime “Büyük aşklar nefretle başlar” diyorum. Doğan grubuyla hükümet arasında böyle bir aşk mı başladı bilmiyorum.

Ha, bu tartışmalar arasında Ceyhan’a yapılacak petrol rafinerisi için Başbakanımız Çalık grubuna, Putin’e, Berlusconi’ye söz vermiş diye bir laf ortaya atılmıştı. Gerisi gelmedi, kapandı. Herhalde Deniz Feneri ve Hilton arazisinden daha önemsiz görüldüğü içindir…

Sedat Onar

Şu Ergenekon Neymiş Mübarek? | Sedat ONAR




Şu Ergenekon Neymiş Mübarek?

Şu ATV’de ellerine geçti ya, eskiden tam objektif olmasa da iyi kötü haberlerini dinler malumat alırdık. Şimdi ATV’yi de duman ettiler. Bu akşam bir haber dinleyeyim dedim. Yani 17 Temmuz akşamı. Aman Allah’ım haberler baştan aşağı kışkırtma ve tahrik…

Zaten bu grupların derdi haber aktarmak değil, kamuoyunu kendi fikirleri doğrultusunda yönlendirmek ve taraftar kazanmak. İnsanımız zaten duyduğu ilk habere inanma meylinde, bir de bunların aslı astarı olmayan konularda insanımızı kışkırtması ile korkarım yakında insanlar birbirine girecek…

Daha ilk haber hepinizin malumu: Ergenekon… (Onlar sadece Ergenekon demiyor, yanına mutlaka terör örgütü ibaresi ekliyorlar)

Haber bizi şöyle bilgilendiriyor:

- Ergenekon özellikle subay, astsubay ve uzman çavuş gibi asıl mesleği askerlik olanlardan geniş bir ajan ağı kurmuş. Bunların hepsi eğitimli olduğu için geniş bir kitleyi yönlendirebiliyorlarmış.

- Ajanlardan deşifre olan olursa, hemen öldürüyorlarmış.

- Şimdiye kadar Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı suikastları gibi aydınlara yönelik bütün suikastları Ergenekon yapmış.

- Sadece bunlar yetmiyormuş gibi Ergenekon ayrıca kimyasal silah üretmeye çalışıyormuş.

- Ergenekon silahlanma ve örgütlenme için uyuşturucu ticareti yapıyormuş.

Daha sayamayacağım, çünkü nutkum tutuldu, basiretim bağlandı, yutkunamadım. Çüş dedim. Daha neler neler?

Bu kadar düzmece, bu kadar adice haber yapılmaz. Ergenekon’un yapamadığı yok gibi. CIA’dan, MOSSAD’dan daha iyi çalışmış.

Adam oturmuş, oturduğu yerden aklına ne gelirse haber diye uydurmuş. Şimdi bazı aklı evveller ya bunlar gerçekse diye ortaya atılacak.

Kardeşim, gerçekliğin mantıki bir izahı olması gerekmez mi? Tamamen mantık hataları ve iftiraya dayalı bilgileri “-muş”, “-“mış”, “iddia edildi” gibi sapıkça cümle formları içinde seyirciye aktarmanın nasıl bir izah tarzı olabilir?

Ben bulamadım.

Hangi iddiayı açalım ki… Öncelikle meşhur 2454 sayfalık ve 441 klasörlük iddianameden bu bilgileri aşırdıysanız, O’nu bilemem. Nasıl olur da, bu kadar gizli gizlilik dereceli bilgi size servis edilir? Servis edenlerin maksadı nedir, diye düşünürüm?

Ancak . ATV’nin Haber Müdürüne şunları söylemek istiyorum.

  1. 28 yıl üniforma taşıdım ve yeni emekli oldum. Bir çok akrabam da halen Silahlı Kuvvetlerde… Şimdiye kadar Ergenekon diye Ordu içinde yuvalanmış bir örgüt duymadım. Duymadığım gibi böyle bir ajanlaştırma faaliyetinin en küçük bir imasını hissetmedim. Bu tarz ülkesi ve milleti için hayatını seve seve feda edebilecek asalet ve mertlikteki bir insanlardan oluşan bir Ordu’ya böyle alçakça bir nitelemeyi kabul etmiyor ve kınıyorum. Kendi klimalı “plazalarında” böyle uyduruk haberler yapıp, halen Cudi’nin Gabar’ın kızgın sıcağında aç-susuz terörist kovalayan subay, astsubay ve uzman çavuşlarımızın gizli bir örgütün ajanıymış gibi nitelenmesini ağır bir hakaret olarak görüyorum.
  2. Madem bu ajanlar deşifre olan ajanları öldürüyorlarmış, şimdiye kadar kimi öldürmüşler? Bir tek örnek verin… Kardeşim siz Silahlı Kuvvetleri sokak serserileri güruhu mu zannediyorsunuz? Söyleyecek sözüm yok…
  3. ATV’nin haber merkezi hayatları boyunca hiç mi kitap okumadı, hiç mi iddianamelere göz atmadı? Önemli suikastların ardında İran gizli servisinin olduğunu ve iki devlet arasındaki ilişkiler kopmasın diye şimdilik kaydıyla üzerine gidilmediğini sağır sultan bile duymuşken, 70 milyona haber hazırlayan bir kanalın adamları nasıl bu kadar ilgisiz kaldı?
  4. Kimyasal silah üretimi işine kesinlikle girmiyorum. Bırakın Ergenekon’u keşke devletimizin böyle bir imkanı olsa da caydırıcılığımız artsa… Göz yaşartıcı gazları ATV’ciler kimyasal silah kabul ediyorsa, gidip av bayilerinden kendileri de temin edebilir.

Valla ben haber dinlerken, kendimden geçtim. Habercilik bu kadar kolay olmamalı, teyit müessesesi diye bir şey olmalı.

En çok merak ettiğim de ATV ile aynı grubun organı olan Sabah Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan buna nasıl bir kulp bulacak?

Ömer Seyfettin’in Dama diye bir hikayesi var, bu anlattıklarıma uygun düşer, ama makale uzadı. Bu iş böyle devam ederse, mutlaka o öyküyü de kısa bir süre içerisinde anlatırız. Çünkü bunlar Ergenekon diye Silahlı Kuvvetlere iyice kafayı taktılar. Sanki Yunanistan’da yayınlanan Elefterotipia gazetesi, MEGA televizyon kanalı mübarekler.

Atış serbest…Atın, atın…

Titanik’i de Ergenekon’un batırdığı iddia ediliyor… Ne malum?

Tarih : 17.07.2008

Cumhuriyet Korkusuz İnsanlar İster | Sedat ONAR



Cumhuriyet Korkusuz İnsanlar İster

Adı, Muzafferiye Tekin.

Aman ha, Ergenekoncu Muzaffer Tekin’le karıştırmayın.

Gerçekten’de adı Muzafferiye.

81 yaşında, asil bir Cumhuriyet kadını…

Aslen Aydın Karacasu’lu. Yıllar önce Kuyucak’a gelin gittiği için artık Kuyucak’lı kabul ediyor kendini…

Kurtuluş Savaşında İzmir’e ilk giren süvarilerden Karacasu’lu Arif Çavuş’un, yani bir gazinin kızı. O yüzden adı Muzafferiye. Zafer kazanan bir ordunun çavuşunun Kurtuluş Savaşını hissederek yaşadığına dair en güzel sembol. Erkek olsaymış, babası Muzaffer adını koyacakmış, kız olunca Muzafferiye koymuş.

Çocuklarının hepsini dikiş dikerek okutacak kadar aydın, 81 yaşında olmasına rağmen her gün gazetesini ve kitabını okuyacak kadar kültürlü…

Her şeyden önemlisi Türkiye’nin meseleleri ile ilgili, Cumhuriyet’e sahip çıkacak kadar özverili ve cesaretli… Korkusuz…

Nereden mi tanıyorum? Komşum…

Ergenekon iddianamesinin açıklanmasından sonra, herkesin yelkenleri suya indirip, mevzi gerisine geçtiği, kurunun yanında yaşında yanacağı bir ortamda hala sesini yükselten insanlardan biri.

Üzülüyor. Ama umutsuz değil… Cumhuriyet’in nereden nerelere geldiğini düşünüp, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e sahip çıkması gereken insanların ihanetlerini görmesine rağmen; mücadele etmeye, Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmaya devam ediyor.

Beş vakit namazında, ama laik, Cumhuriyetçi. 81 yıllık ömründe dini siyasete alet edenlerin, dinden nemalanan insanların yaptıklarını görerek tecrübe edinmiş. Dini kullanarak, insanların samimi duygularını sömürerek kazanç elde edenleri tanıyor. Bu nedenle devletin vatandaşın inançlarına karışmamasını ve devlet katında inançların temsil edilmesinin bu millete zarar verdiğini bizzat yaşarak öğrenmiş…

Sadece bir anısını aktaracağım. Bizzat dinledim. Kısa ve net…

“Son yıllarda Cumhuriyet’e en büyük zararı siyasetçiler ve bu siyasetçilere yalakalık yapan bürokratlar verdi. Her şeyi bir anda yapmadılar. Adım adım, sinsi sinsi yaptılar. Zira Kurtuluş Savaşı’nda emekleri olmadığı ve bu toprakların nasıl kazanıldığını bilmedikleri için Cumhuriyet’in verdiği hürriyet ortamını hovardaca harcamaya kalktılar.

Çocukluğumdan beri Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına katılırdım. Büyük coşku ve heyecanla kutlanırdı. Köyden insanlar bile temiz elbiselerini giyerek, kutlamalara gelir, heyecanla Cumhuriyet’i kutlardık. Derdimiz Cumhuriyet’i kutlamadan daha çok, Cumhuriyeti kurarken emek sarf eden ve bize bu hürriyet ortamını sağlayan kadrolara olan şükran duygularımızı sunmaktı.

İlçelerde devletin kaymakamı, belediye başkanı, komutanı velhasıl kim varsa kutlamaları önemser, temsil ettikleri makama uygun olarak davranırlardı. Uzun yıllar hiç aksatmadan kutlamalara katıldım.

Ancak son yıllarda araya hastalıklar ve yaşlılık girdiği için bir süredir kutlamalara katılamıyordum.

Bayrama gidenlerden kutlamaları dinlerdim. Son dört beş yıldır kutlamalara gidemediğim için bana anlatılanlara inanmamaya başladım.

Gidenlere, “Bayram nasıldı? Kimler katıldı?” diye sorduğumda, bana “Sönüktü, zaten askerler dışında kimse hanımını bile bayrama getirmedi” diye söylenmeye başlandı.

Nasıl olurdu? Aydın-Kuyucak Kuvvay-ı Milliye’nin ilk örgütlendiği yerlerden biriydi. Cumhuriyet’in harcında Kuyucak’lıların da teri ve emeği vardı. Anlam vermiyordum. Neden sahip çıkılmıyordu?

Geçen sene dayanamadım. Hasta halimle, eşini Cumhuriyet Bayramı’na getirmekten korkan ve acizlik içinde bulunan bürokratlara bir ders vermeye karar verdim. Döpiyesimi giydim. Yakama Atatürk rozetimi de taktım. Sabahın erken saatlerinde tek başıma evden ağır ağır tören alanına geldim. Protokol tribünündeki boş bulduğum bir sandalyeye oturup, beklemeye başladım.

Benden sonra ağır ağır bürokratlar gelmeye başladı. Heyecanla takip etmeye başladım.

Kaymakam geldi. Yanında eşi yok…

Belediye Başkanı geldi, yanında eşi yok…

Jandarma Komutanı geldi, eşi yanında…

Diğer bürokratları saymıyorum. Askerler dışında kimsenin eşi yok. Cumhuriyet kadınsız kuruldu ya! Kadının hiç emeği olmadı sanki…

Hükümet nasıl davranıyorsa, alttaki bürokrat da öyle davranıyor. Üzüldüm. Suratım asıldı. Eşinizi törene getirmekten bu kadar mı korkuyordunuz? Hani, askerde iken hayatınız pahasına Cumhuriyet’e sahip çıkacağınıza yemin etmemiş miydiniz? Yemininiz nerede kalmıştı?..

Protokolde oturmama rağmen bürokratlar benim kim olduğumu bilmiyordu. Ama fısıltıyla birbirlerine benim kim olduğumu soruyordu.

Ben onlara söyleyeyim. Ben kim miyim?

Ben İstiklal Madalyalı Karacasulu Arif Çavuş’un kızı Muzafferiyeyim. Cumhuriyet kızıyım. Babamın anlattıkları ile büyüdüm. Hatıralarına bu yaşıma rağmen sahip çıkacağım. Çünkü Cumhuriyet’i sokakta bulmadık. Cumhuriyet korkak değil, cesaretli insanlar ister…”

Sağol Muzafferiye teyze. Ben, anlattığın bu kısa olaydan bir kitap dolusu ders aldım.

Keşke… Neyse, boş ver. Ellerinden öperim. Allah uzun ömürler versin. Size ve sizin gibi Cumhuriyet kızlarına…

Tarih : 27.07.2008

Güngören Bombaları | Sedat ONAR




Güngören Bombaları

Böyle olacağı aylar önceden belliydi. Ama kesin yeri ve tarihi net olarak bilinmiyordu. Bilinmesi de mümkün değil. Masum insanları hedef alan bu tip bombalama eylemleri bizzat örgütün üst düzey mensuplarından alınan talimatla, kendilerini son derece iyi kamufle eden iyi yetişmiş militanlarca yapılır.

Serseri mayın gibi serseri bombalardır bunlar. Eylem, örgütler tarafından üst düzey gizlilik uygulanarak yapılır. Hatta son dönemlerde bu tarz bombalama eylemlerini uygulayacak militanlar yerel düzeydeki sorumlularla irtibata dahi geçmezler. Barınmaları, hedef seçmeleri ve zamanlaması tamamen kendi inisiyatiflerine bırakılmıştır.

22 Mayıs 2007 tarihinde Ankara’nın Ulus semtindeki Anafartalar Çarşısı önündeki otobüs durağında bir canlı bomba üzerindeki patlayıcılarla kendini havaya uçurdu. Olayda 6 kişi öldü, 100 kişi yaralandı. Patlayıcı olarak RDX maddesi kullanılmıştı. Olayda siviller öldüğü için PKK ilk başlarda olayı üslenmedi. Ancak örgüt bağlantıları ispatlanınca PKK inkar edemedi ve eylemi üslendi.

3 Ocak 2008’de Diyarbakır’ın Ofis semtinde askeri servis araçları geçerken uzaktan kumandayla bir bomba patlatıldı. Sonuç: 6 ölü, 67 yaralı. PKK ilk bir hafta eylemi üslenmedi. Üç gün sonra bombayı koyan militan yakalanınca, PKK eylemi üslendi. Bu olayda da RDX patlayıcısı kullanılmıştı.

Her iki olaydan sonra standart olarak ne yapıldı, biliyor musunuz?

Millet evlerinin balkonuna bayrak astı.

Yetkili ve yetkisizler rütbe sırasına göre terörü kınayan açıklamalarını yaptılar.

Polis operasyonlarına devam etti.

Ölenlerin aileleri mezarlığı mesken tuttular.

Yaralıların aileleri hastane kapılarında sabahlayıp, hastane masraflarını nasıl karşılayacaklarını kara kara düşünmeye devam ettiler.

DTP’liler eylem keşke sivillere değil de askerlere yapılsaydı; ama ne yapalım, bu bir savaş kurunun yanında yaş da yanar, dediler.

Velhasıl ölene tabut, kalana da zabıt tutuldu, asayiş de berkemal oldu.

Modern toplumlarda toplumsal hafızanın olmayışı herhalde bir hastalık…

Dün akşam da İstanbul Güngören’de benzer bir kahpelik yapıldı. Minnacık yavrulara dahi kıydılar. Aynı tür patlayıcı kullanılmıştı. PKK aynı refleksi gösterip, sahiplenmemişti.

Halbuki, PKK’nın yayın organlarında örgütün Başkanlık Konseyi üyesi teröristler, Kandil Dağı ve Kuzey Irak’taki kampların Hava Kuvvetlerimiz tarafından bombalanmaya başlamasından sonra kendilerinin de intihar saldırılarına ve hedef gözetmeksizin toplu katliamlara başlayacaklarını duyurmuştu. Gizli saklı bir şey yapmadılar. Adamlar sağ gösterip sağ vurdu. Üç gün sonra kendileri de bir açıklama yapıp:”Biz sivil insanların ölmesinden üzüntü duyduk, Türk ve Kürt Halklarından özür dileriz. Bir daha böyle sivil hedefler bombalanmayacak” derler. Kimseden de tık çıkmaz.

DTP de benzer bir açıklama yapıp olayı geçiştiriverir. Gerçi AKP, CHP ve MHP’nin açıklamaları daha mı farklı olacak? Sanmam.

Toplumsal bir muhalefet yapacak mıyız? O’nu da sanmam.

Arkadaş, biz ölmeye, bu kahpeler de çoluk, çocuk demeden öldürmeye devam edecekler. Ne biz ölmekle eksileceğiz, ne de onlar katletmekten usanacak. Ta nereye kadar mı? Allah korusun ama herhalde Türkiye’de çok büyük bir iç savaş çıkana kadar…

Bu eylemi El-Kaide yapmamış mıdır? Ben zor bir ihtimal olarak görüyorum. El-Kaide de sağ gösterip, sağ vuruyor. Hedefleri gayet net: ABD ve İsrail… O’nun dışında Irak’taki gibi rasgele kitle katliamını şimdilik yapmıyor. Ama yapmayacağına dair de bir garanti yok.

Dünkü olayda beni üzen ve sevindiren iki şey oldu. Üzen olay birinci bomba patladıktan sonra olay yerine polisin müdahalesi geçti. Şayet önceden gelip, bölgeyi kontrol altına alabilmiş olsaydı, kayıplarımız bu kadar fazla olmazdı. Belki de polisimiz o esnada Ergenekon’un 8nci dalgasını planlıyordu, bilemem…

Sevindiren ve duygulandıran olaysa: birinci patlamadan sonra kimsenin bir adım ötesini düşünmeden, sadece samimi duygularla yaralıların yardımına koşmasıdır. Demek ki, bizim başımıza da benzer olay gelse, sokakta hiç tanımadığımız insanlar fedakarca imdadımıza koşacak. Kimi aklı evveller, böyle yardıma koşmayı saflık olarak sunmaya çalışıyor. Ama saf olan güzel ve samimi değil midir?

Daha önceleri bu tür olaylarda çok sinirlenip, küfrediyordum. Tebessüm edenlere kına gönderiyordum. Ancak bombalarla yaşamaya alıştıktan sonra küfretmeyip, tepki göstermeyi ve tedbir almamız daha iyi olur diye düşünüyorum.

Herhalde, neo-şeriatçı ve neo-liberalist kesim bu olayı da kime yamayacaklar, merak ediyorum…

DTP’nin evvelki hafta Ankara’nın göbeğinde yaptığı Apo’nun ve Murat Karayılan’ın kardeşlerinin şeref(!) konuğu olduğu parti kongresinde Dağlıca Karakolu baskınını yücelten Oramar türküsü nasıl kongre boyunca çaldı da, koca Türkiye’den çıt çıkmadıysa, bu bombalamadan sonra da ahım şahım bir tepki beklemiyorum.

Ne diyordu legal DTP’nin başkentimizde yaptığı kongrede halay çekilerek, hep bir ağızdan söylenen Oramar türküsünde:

“Kürdistan’da isyan ettik,

Türk’ün tahtını salladılar,

Dünya’ya seslerini duyurdular

Gerilla bir güzel intikam aldı.”

Ergenekon hakkında hiç durmaksızın yayın yapan gazetelerde, demeçler veren devlet adamlarımızda bu kongre ile ilgili bir şey söylediklerini duydunuz mu?

12 şehidimizin olduğu Dağlıca saldırısının türküsü DTP kongresinin fon müziği, 17 insanımızın şehit olduğu Güngören saldırısından sonra yapılacak türküyü de DTP marşı olarak çalarlarsa şaşırmam… Nasıl olsa, tepki gösteren çıkmayacak…

Biz Ergenekon iddianamesi okumakla meşgulüz!...


Tarih : 28.07.2008

Millet(!) İntihar Bombacısını Anarken | Sedat ONAR





Millet(!) İntihar Bombacısını Anarken…


Hasbelkader kaza yapıp, yaralandınız ve sizi Malatya Devlet Hastanesine kaldırdılar. Acildeki doktor ilk müdahaleyi yaptı. Hemen röntgene sevk ederek, röntgeninizi çektirmek istedi. Röntgen girişinde sizi ufak tefek kıvırcık siyah saçlı, minyon tipli genç bir kız röntgen tekniksiyeni karşılayacaktı. Kim bilir, sizi o halde görünce içi ne kadar acıyacak ve şifa bulmanız için gayret sarf edecekti. Çalıştığı dönemlerde belki de binlerce biçare insanın sağlığına kavuşması için ter döküp endişe etmişti. O insanlık sanatlarında ölümü değil, yaşamı kurtarmayı meslek olarak seçmişti. Kurtarılan her beden, her can O’nun mesleğine olan bağlılığını arttırıyor, insanlara olan sevgisini çoğaltıyordu.

1994 yılına kadar bu böyle sürdü. 1994 yılında PKK ile tanıştı. Tanışması ve dönüşmesi kısa oldu. Örgüt, içindeki insan sevgisini boşaltarak, nefret ve kinle doldurdu. Kısa sürede insana can vermeyi değil, insanların canını almayı arzular hale geldi. 1995 yılında Tunceli kırsalında elinde silahla, daha düne kadar röntgenini çekip, sağlığına kavuşması için dua ettiği Mehmetçiğe kurşun sıkmaya başladı. Cana can katmayı bitirmiş ve candan can almayı ülkü olarak benimsemişti. Hatta örgütün O’na öğrettiği şekilde; ailesiyle bile, feodal etkiler taşıdığı, küçük Kemalist burjuva özellikleri taşıdığı için ilişkisini kesmişti.

Ne olmuştu da, bu 23 yaşında evlilik hayalleri kuran genç kız dağın zor ve çileli şartlarını tercih etmişti? Ailesinin bunca yılda veremediği ne vardı ki, örgüt ailesinin veremediğini vermişti?

Aslında örgüt O’na korku ve nefreti öğretmişti…

Bu kızın adı Zeynep Kınacı’ydı. Ama örgüttekiler O’nu, örgütün ona verdiği Zilan kod adı ile tanıyordu. Zilan ilk önceleri gençlik heyecanı ile örgütte ayak uydurmaya çalışmıştı. Ancak, aradan daha 6 ay geçmeden dağ şartlarını taşıyamaz hale gelmiş ve bunun üzerine gözünde büyüttüğü örgütün kendinde yarattığı hayal kırıklıkları örgütle olan bağını zayıflatmıştı. Hatta, 1995 yılının Mart ayında Ovacık-Tunceli yolunda 18 askerin pusuya düşürülerek şehit edilmesi eyleminden sonra kendi kendini daha fazla sorgulamaya başladı.

Terör örgütünde derin düşüncelere dalmaya başlayanların, kaçacağı endişesi hakimdir. Bu tür derin düşüncelere dalanları ve eylem aşamalarında tereddüt gösterenlerin karşısına üç sonuç çıkar. Birincisi uygulama denilen kapalı bir yerde hapsedilerek yapılan işkence seansları, ikincisi özeleştiri verdirip örgüt adına feda eylemi yapması, üçüncüsü de kalaşnikov’un namlusundan çıkan 25 gram ağırlığındaki bir kurşundur. Dile benden ne dilersen taktiği.

PKK terör örgütünün o zamanki sözde Dersim (=Tunceli)eyalet sorumlusu Kazım kod adlı Hamili Yıldırım da Zeynep Kınacı’nın önüne bu seçeneği koydu. Bir taşla üç kuş vurmak istiyordu. Böylece, Zeynep enterne edilerek bir eylemde harcanacak, düşman kabul edilen Türk Ordusunun bunaltan operasyonlarının intikamı alınacak, Tunceli bölgesinde PKK terör örgütünün ayakta kaldığı mesajı verilecekti.

Nitekim Hamili Yıldırım tarafından Zeynep Kınacı’nın önüne bu seçenekler konulunca kendine en uygun alternatifi seçti. İntihar bombacısı olacaktı. PKK’nın örgütsel gelişimi içinde ilk defa ciddi bir intihar eyleminde bulunanın PKK’nın terör eylemleri kronolojisinde yer alması kaçınılmazdı. Ayrıca Milli Piyangodan çıkan amorti gibi, bu intihar eylemcisi ölürse tarihte yerini alması kadar, kadın eylemciler arasında da haklı bir üne kavuşacaktı.

Zeynep, fazla duraksamadan kararını verdi. O’na patlayıcı maddeler konusunda pek fazla bir eğitim de vermediler. Nasıl olsa TNT fabrikasında kalite kontrol mühendisi olarak çalışmayacaktı ya.

30 Haziran 1996, Pazar.

Tunceli şehir merkezinde sıradan bir Pazar günü. Her ilde olduğu gibi Garnizon Komutanlığı bayrak töreni yapacak. Garnizon Bandosu ve Tören Kıt’ası tören alanında yerini almış, o gün İstiklal Marşı okunarak, bayrak indirilecek. Ancak her zamanki törenlerden yegane farkı töre alanı ve civarında vatandaşlardan kimse yok.

Saat 17:30.

Cumhuriyet Meydanı’na doğru yavaş adımlarla ilerleyen Zeynep Kınacı aslında bir çok insan tarafından normal karşılanmayacak bir ürkeklik ve tedirginlik içinde. Yaz mevsimi olmasına rağmen üzerinde mavi bir anorakla vücuduna bağladığı TNT kalıplarını ve bunlara paralel bağlanmış 5 el bombasını kamufle ederek tören birliğine yanaşmak istiyor.

Garnizon bandosu biraz sonra yapılacak bayrak indirme törenine konsantre olmuş, bekliyor, gelen kadına dikkat eden yok. Çevrede emniyet nöbeti tutan inzibatlar başı öne eğik olarak yanlarından geçen kadına dikkat etmiyor. Hepsi saçı sakalı birbirine karışmış, pis kokulu bir terörist bekliyor.

Türkiye’de bir ilk o gün oluyor. Zeynep Kınacı bandonun bulunduğu kaldırımın kenarına kadar yanaşıyor. Tören birliğinin askerlerinin yanına gidip gitmeme tereddüdü yaşıyor. Birbirine paralel bağlanmış, 4 tahrip kalıbıyla, 5 el bombasını ateşliyor.

Olayda, 2’si bandocu astsubay, 6’sı bandocu er toplam 8 askerimiz parçalanarak şehit düşüyor. 29 askerimiz yaralanıyor.

Ardından ne mi oluyor?

Daha askerlerimizin kanı kurumadan bu meydanda İnsan Hakları Anıtı adı altında bir anıt açılıyor. Anıtın bir yüzünde çember içinde bir kadın rölyefi bulunmaktadır. Bütün herkes bilir ki bu rölyef tıpatıp Zeynep Kınacı’ya benzemektedir. Benzemeyi bir kenara bırakın bizzat Zeynep Kınacı’yı temsil etmektedir.

Bizim şehit olan askerlerimizi yad eden veya anıtlaştırmaya çalışan yok.

Tunceli’de her yıl İnsan Hakları gününde bu anıta gidilip saygı duruşunda bulunulur. Tabi bizim bandocu şehitlerimizin hakları için değil…

Hatta, bundan da ötesi, geçen yıl Tunceli Belediye Başkanı Kadına Yönelik Şiddete Karşı Ulusal Mücadele Günü’nde bir basın açıklaması yaptı. Başkan dedi ki: Zeynep Kınacı Kadın Özgürlük Mücadelesi’nin bir sembolüdür!

Bu yetmedi. Bu yılda PKK’nın talimatıyla Zeynep Kınacı için:

PKK’nın kadın kolu olan YJA Star bir anma bildirisi yayımladı, Zeynep Kınacı’yı anmak için DTP Siirt İl Başkanlığınca anma töreni düzenlendi.

Ya, biz ne yaptık? Akşama kadar bekledim, belki birisi bir şeyler yapar diye...

Adam Türk askerini şehit eden bir katili anarak vefasını gösterirken, bizim bu olayda şehit olanlara zerre kadar minnet borcumuz yokmuş gibi davranmak ağrıma gidiyor…

Tunceli’de bir tane askeri birliğimizde mi yok? Niye her sene 30 Haziran’da Tunceli Cumhuriyet Alanı’nda katliam şehitlerimizi anamıyoruz? Devletin ödenek vermesi mi gerkiyor? Yoksa intihar bombacısı katili lanetlerken bazı vatandaşlarımızın kırılacağı endişesi mi taşıyoruz?

Veyahut hiç aklıma getirmek istemiyorum ama 30 Haziran 1996’yı unuttuk mu?

Son olarak bazı DTP’lilere seslenmek istiyorum…

Askerimizi şehit eden katilleri anarak bizi tahrik etmeyi düşünüyorsanız, merak etmeyin bir şey olmaz. Nasıl Zeynep Kınacı için Tunceli şehir merkezine anıt diktiğinizde kimsenin sesi çıkmadıysa yine çıkmaz. Devletin valisi, Komutanı nasıl olsa hukuk içinde davranacak…

Ancak koskoca bir Türk Milletinden de intihar bombacısı çıkması için uğraş veriyorsanız, bilelim… Zira Kıbrıs Barış harekatında Beşparmak Dağlarındaki Rumlara ait asansörlü makineli tüfek mevzilerinin nasıl tahrip edildiğini bilmediğiniz için, böyle düşünebilirsiniz… Yalnız Kıbrıs Savaşını bir kez daha okumanızı tavsiye ederim.

Zeynep Kınacı tarafından 30 Haziran 1996 tarihinde katledilen astsubaylarımız Önder Yağmur’u, Cafer Akınca’yı, Hakan Akyar’ı, Ali Alıç’ı; erlerimiz Ahmet Yayman’ı, Yusuf Yıldırım’ı, İbrahim Sever’i, Celal Hatıl’ı ben anmadan geçemiyorum. Her 30 Haziran’da da anacağım...

Tarih : 30.06.2008

3ncü Viyana Kuşatması | Sedat ONAR




3ncü Viyana Kuşatması

Aslında 1932 ile 1968 yıllarında Portekiz’i yöneten Oliveira Salazar’ın faşist idaresini halka daha kolay kabullendirmek için ortaya koyduğu meşhur 3F formülünden bir F’si futbol. Diğerleri Portekiz arabeski kabul edilen Fado müziği ile eğlence anlamındaki fiestadır.

Başka bir faşist idare altındaki Portekiz’in sınır komşusu İspanya ise bu 3F formülü Flamenco, Futbol ve Fiesta olarak uygulanmış. İspanya Cumhuriyetçileri Franco’ya nazire olsun diye 3F’yi Franco, Futbol ve Faşizm olarak adlandırmış. Ama her şey değişse de değişmeyen tek F futbol kalmış.

Marksist ideolojiye göre futbol, egemen sınıfların işçi sınıfının uyanışını önlemek için ortaya attığı suni bir meşgale. Güya insanların zihni futbolla meşgul olursa, sağlıklı ve kendi kaderlerini belirleyici bir rol oynayamaz; kendine dayatılan bu kültür ürünü ile zihni ne kadar meşgul edilirse hakkını arayamayan bir andavala dönüşür diye bir teori ortaya atmışlar.

Zaten bizim derdimizde ne komünizm, ne faşizm… İnsan özgürlüklerini budamaktan ve insanlara acı ve göz yaşı vermekten başka bir halt yiyemeyen her iki ideolojiden de farklı bir şey bekleyemezdik. Birisi milleti inim inim inletmek için futbolu kullanıyor, diğeri de külliyen reddediyor.

Yok arkadaş, o kadar da değil…

Futbolu seviyorum diye hakkımdan da, hukukumdan da vazgeçmem.

Futbol bizim milletimiz için ayrı bir şey. Kah faşizmdeki gibi bizim günlük dertlerimizden bizi kısa süre de olsa uzaklaştırıyor, kah komünizmde ki gibi kısmi bir uyuşukluğa itiyor. Ama ne olursa olsun zevk ve heyecan veriyor. Hayata renk katıyor.

Ben futbol seyrederken hayat pahalılığını da, türbanı da, özelleştirmeyi de kısa süreliğine olsa düşünmem. Futbolu futbol olarak seyrederim. Kendi güçümle yapamayacağım her şeyin futbol aracılığı ile yapılması beni rahatlatır. İçindeki ezikliği, hayal kırıklıklarını, elemleri futbol sayesinde atarım.

Hele benim için Fenerbahçe’den önce gelen tek takım olan Milli Takım’ın galibiyetleri ayrı bir anlam taşır. Bana göre Kurtuluş Savaşındaki emperyalist işgale karşı direnen Kuvay-ı Milliye’dir Milli Takım…

Yunan’a Ege’yi dar eden Demircili Mehmet Efe’dir, Nihat Kahveci…

Atça ovasınında Yunan peşinde koşan Atçalı Kel Mehmet’tir, Arda Turan…

Konak meydanında ilk kurşunu atan Hasan Tahsin’dir, Servet Çetin…

Kadifekale’ye Türk bayrağını çeken Kaymakam Reşat Bey’dir, Volkan Demirel…

İzmir’e ilk giren süvarilerin komutanı Miralay Zeki bey’dir, Hamit Altıntop…

Yaralı halinle hastaneden kaçıp, Yunanla savaşırken şehit düşen Mülazım Yıldırım Kemal’dir, Tuncay Şanlı…

Daha sayalım mı?

Ben bir Alman’ın, bir İngiliz’in, bir Fransız’ın seyrettiği gibi seyredemiyorum. Belki bayrağımıza yüklediğim anlamdan ve bu anlamı göğüslerinin üzerindeki formada taşıyan insanların bunun hakkını vermeleri gerektiğinden…

Yendik mi, gururumuzun uluslararası arenada okşandığını, yenildik mi rencide edildiğimizi hissediyorum.

Viyana’yı artık silahla işgal etmemiz hem anlamsız, hem mümkün değil. Ama futbolla ve gollerle aradan 325 yıl geçtikten sonra fethetmemiz mümkün. Ben turu geçeceğimize kalben inanıyorum. Farz edelim geçemedik. Ben kısa da olsa bu Kurtuluş Savaşı coşkusu yaratan 11 askerle başlarındaki komutan Fatih Terim’e şükranlarımızı sunuyorum. Artık eskisi gibi yenildik ama ezilmedik atasözünü söylemiyoruz. En azından elimizden kaçırdık gibi böbürlenmeleri bize yaşatıyorlar.

2nci Viyana Kuşatması başarısızlıkla sonuçlanınca kademe kademe Edirne’ye kadar çekildik.

3ncü Viyana Futbol Kuşatması da bizim Avrupa Birliğinden geri çekilmemizin habercisi olmasın diye temenni ediyoruz.

Bu gece Ernst Happel kalesini fethedeceğimizi zannediyorum. Avrupa artık Türk isminin yanında Türk futbolunu da konuşmaya başlayacak…

Birde, Viyana Kapıları önünde şehit düşen Yeniçerilerin ruhları bizimle olacak, ben inanıyorum…

Tarih : 20.06.2008

Truva Atı | Sedat ONAR



Truva Atı

Son yazımızda, Soros’un Türkiye’de kendine yandaş üniversite, çeşitli kurum ve insanlarla işbirliği yaparak, görünürde Açık Toplum’u(=Yasaksız Toplum) gerçekleştirme; gerçekte ise Amerikan Emperyalizminin (Ben buna yeni adıyla Amerikan Evangelizmi diyorum) menfaatlerini koruma ve geliştirme gayreti içerisinde olduğunu belirtmiştik.

Yazımızda, Soros’un Türkiye’de işbirliği yaptığı insanların tamamına yakınının Sabetayist kökene sahip olmasını da bir tesadüften ibaret olduğunu(!) anlatmaya çalışmıştık. Ancak eski tarihli gazetelere göz attığımızda Genelkurmay’ın andıcında ve çeşitli kitaplarda Sabetayist olarak ismi zikredilen şahısların buna itiraz ettikleri anlaşılıyor. Şimdi aynı şahıslardan bir çoğunun ismine 2004 yılında basılan Soner Yalçın’ın “Efendi-Beyaz Türklerin Büyük Sırrı” kitabında da rastlıyoruz. Ama bu şahısların hiç biri bu kitaptaki iddiaları tekzip etmemişti. Derdimiz Sabetayist avcılığı değil…

Derdimiz, CIA=Soros=Sabetayist denklemi ile Türkiye’nin kaderi üzerinde hükmetme ve iktidar savaşı yapanların bize ve geleceğimize zarar vermesi. Kiminiz anlattıklarıma komplo teorisi de diyebilir, kiminiz deli saçması. Anlattıklarımızın tamamının delillerini basından veya internet ortamından rahatlıkla bulabilirsiniz.

Benim için konunun başlangıcı Genelkurmay Başkanlığınca 2006 yılında yazıldığı iddia edilen Sivil Toplum Kuruluşları konulu andıçtı. Andıçta tamamı Soros tarafından finanse edilen kurum, kuruluş ve şahıslar ifşa ediliyordu. Aslında bunların bir andıçta toplanmasına bile gerek yoktu. Andıç, çeşitli kitap, dergi ve gazetelerin haberlerinin bir özetinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştu. Gizli saklı bir şey yoktu. Ama hangi tarafta olduğu belli olan Taraf gazetesi Genelkurmay’ın ipliğini pazara çıkaracağım telaşıyla kendi kalesine bir gol attı. Haberi okuyup, analiz edenler; adeta 40 başlı ejderhaya dönmüş olan Soros’un yurt içindeki uzantılarını ve işbirlikçilerini öğrendikçe Soros karşıtı cephe güçlendi. Bir çok vatandaş, Genelkurmay Başkanlığının ülkeyi koruma içgüdüsüyle yapmış olduğu çalışmayı taktir etti. Şimdi Genelkurmay hata mı etmişti?

Andıç’ta müthiş imla hataları olabilir, hatta bazı isimler teyid edilmeden yazılmıştır. Zira andıçın yararlanılan kaynaklar kısmında bir çok gazetenin ve derginin isminin yanında 183 internet sitesinden faydalanıldığı da belirtilmiş. Yani kes, kopyala, yapıştır taktiği uygulanmış. Bazı hususlara itiraz edilebilir. Ama andıçta yer alan işbirliğini hiç biri inkar edebildi mi?

Şimdi, Açık Toplumcuların Soros’tan ne kadar para almış oldukları belgelendiği için, bu olayın duyulmasından sonra Açık Toplum Türkiye Temsilciliği artık yapılacak tüm parasal yardımların internet sitelerinden yayınlanacağını ilan ettiler.

Benim bu andıç münasebetiyle iki husus dikkatimi çekti.

Birincisi, devletin gizliliğe en fazla önem verilen kurumundan “hizmete özel” gizlilik derecesinde bir belge günlük bir gazetede yayınlanmasını kimse garipsemedi. Belgeyi sızdıranlar hakkında herhangi bir işlem yapılıp yapılmadığını da bilmiyorum. Zaten bu andıç meselesi ilk mesele değildi. Daha önceden de askeri karargahlarda yayınlanmış bazı andıçlar, çok gizli emirler gazetelerde boy boy yayınlanmıştı. Bütün bunları bir kenara bırakın, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’in Deniz Kuvvetleri Komutanlığı karargahındaki odasında bulunan bilgisayardaki “Darbe Günlükleri” komple Nokta dergisinde yayınlanmamış mıydı?

Silahlı Kuvvetlerimizin en büyük sırlarının olduğu karargahlar dingonun ahırı değil ki, bütün belgeler ulu orta göz önünde bulunsun. Yapılan işlemlerin dünya literatüründeki adı Casusluktur. Kimse bunun üzerine eğilmedi. Herkes “Allah korumuş, bakın biz sakin sakin yaşarken askerler darbe yapacakmış” kısırdöngüsünün dışına çıkılamadı.

Andıçlarda da aynı manzara hakimdi. Herkes “Aman Allahım hepimizi askerler fişliyormuş” demekten öte bir şey yapamadı.

Sevgili okurlarım, ben bunları militarist bir ideolojiyi savunmak veya darbe yanlısı olduğum için yazmıyorum. Ortada bir realite var. Devletin gizli belgeleri piyasada herkes tarafından okunuyor. Yarın, önemli bir askeri ihale, önemli silah depolarının yerleri, birliklerimizin taarruz ve savunma planları gazetelerde yayımlanmaya başlarsa ne yapacağız? Uçaklarımızın ne zaman Kandil’i bombalayacağına dair harekat mesajları PKK’nın internet sitelerinde yayımlanırsa mı karşı çıkacağız?

İkinci dikkatimi çeken nokta ise şu oldu: andıçta yer alan kurum ve kuruluşların ortak noktası… Hepsinin kıyısından veya köşesinden Türk Silahlı Kuvvetlerine, Ulusalcılara, Atatürkçülere nefret kusan tipler olması. Bunların içinde bölücü Kürtçüler, İrticacılar ve 2nci Cumhuriyetçiler ön sırada yer alıyor. Nitekim aldıkları paraların hakkını da vermiyor değiller hani… Bir bakıyorsun Ermeni konferansı hepsi tam tekmil orada, bir bakıyorsun Kürtlere özerklik tezlerinin gümbür gümbür dile getirildiği toplantılar hepsi hazır kuvvet. Ama hiçbiri bölücü PKK’ya tek laf söyleyemiyor, Türkiye’nin geleceğinin yok pahasına satılmasına ses çıkaramıyorlar.

Aslında üçüncü nokta aklıma gelmemişti ama onu da söylemeden geçemeyeceğim. İsterlerse servet düşmanı desinler. Bu ekibin tamamına yakınının bir eli yağda bir eli balda. Hepsi villalarda oturup, Vakko’dan giyinir. Altlarında son model arabalar, bankalarda torunlarının geleceğini kurtaracak kadar para ile durdukları yerde bu toprakların askerine söverler, moralini bozarlar; gençlerinin aklını çelip yanlarına çekmeye çalışırlar.

Bunlara göre Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar büyük bir ülke. Bu lafı hangisinin dediğini internette bulabilirsiniz.

Soros Türkiye’yi ziyareti sırasında Sabancı Üniversitesi’ndeki konferansta Türkiye’ye biçtiği rolü de net olarak ifade etmişti. “Türkiye’nin en iyi ihraç malı ordusudur.” Avanesi de var güçleriyle Soros’un bu talimatını gerçekleştirmeye çalışıyor…

İster inanın, ister komplo teorisi deyin… Andıçta yer alanlar Truva Atı değilse nedir?

Tarih : 20.04.2008

30 Bin Kişinin Katili! | Sedat ONAR




30 Bin Kişinin Katili!

Bölücü başı Apo’nun 1999 yılında yakalanarak Türkiye’ye getirilmesinin hemen akabinde içlerinde üst düzey devlet adamlarının beyanları da dahil olmak üzere nereye baksak, nerede bir şey okusak, nerede bir şey duysak hep aynı ifade: “30 bin kişinin katili Apo!”

“30 bin kişinin katili” ifadesi acaba Türk Devleti tarafından bilinçli bir psikolojik harp malzemesi mi, yoksa bilgisizlikten kaynaklanan bir kolaycılıkla mı ortaya atıldı anlamak mümkün değil. Kimi okumuş yazmışlarımız rakamların bu kadar büyütülerek verilmesinin psikolojik savaşın bir parçası olduğunu, kimi 25 yılda günlük terör kayıplarını üst üste koyduğunda zaten bu rakamın kolaylıkla bulunabildiğini iddia edip dursun; bu rakamlar adeta darbımesel gibi dilimize yapıştı kaldı..

Günlük kahvehane siyasetiyle iştigal eden vatandaşlarımız, artık İmralı sakini Apo’nun 30 bin kişinin katili olduğunu biliyor. Zaten sokaktaki vatandaştan terör zayiatları istatistiğini tutmasını beklemek mezardaki ölünün dirilmesini beklemekten farksız. Vatandaş ne yapsın ki? Her gün televizyonda, gazetelerde, dergilerde, mitinglerde “30 bin kişinin katili Apo’dan şehitlerin hesabını soracağız!” anonsu.. Hesabı soracaklar kimler? Hep devletini, namusunu ve bayrağını koruma uğruna şehit düşen asker, polis, memur, korucu ve masumların oylarına talip olan siyasetçiler.. Ama her nedense yıllardır sorulması gereken hesap bir türlü sorulamaz, şehit ailelerinin yüreğine su serpilemez.

Ben bu 30 bin rakamına takmış durumdayım. Kimmiş bu 30 bin kişi?

Asker ise? Bu kadar askerimiz Kurtuluş Savaşında şehit olmadı..

Polis ise? Bu kadar polis şehit vermiş olsaydık, polis teşkilatının bitmiş olması gerekirdi.

Yoksa korucu mu? Yok bu da değildir. Zaten topu topu 77 bin Geçici Köy Korucusu var. Bunun 30 bininin şehit olması durumunda hem Geçici Köy Korucusu kalmazdı hem de Doğu ve Güneydoğu’nun her köyünde her biri 10’ar kişilikten toplam 3 bin şehitliğin olması gerekirdi.

Ya da masum vatandaşlarımız mı? Hangi ülkede resmen ilan edilmemiş bir savaşta 30 bin kişinin ölmesi halinde iç savaş çıkmazdı? Bu da değildir!..

O halde bu 30 bin rakamının kimlerden oluştuğunu bilelim ki, 30 bin kişinin katiline hesap sorarken zafiyete düşmeyelim. Elmalarla armutları aynı sepette sayarak hesabı içinden çıkılmaz bir hale getirmeyelim... En önemlisi Türk’e ve Türklüğe düşman şahsiyetlerin eline koz vermeyelim.

Nobelli ABD yazarı Orhan Pamuk’un 2005 yılında, Das Magazin adlı bir İsviçre dergisine verdiği röportajda: “Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü. Benden başka kimse bundan bahsetmeye cesaret edemedi.” dedi. Bunları söylerken bilgisizlikten mi veya cahillikten mi bu açıklamayı yaptı; yoksa bizi biz yapan değerlere saldırmak için eline geçen bir fırsatı mı değerlendirdi onu bilemem. Ama kullandığı rakamlar bizim devlet erkanının kullandığı rakamlarla bire bir benzerlik taşıyordu. Gerçi aynı Orhan Pamuk bir ay sonra CNN-Türk televizyonuna verdiği mülakatta "Ben hiç bir zaman 'Biz Türkler şu kadar Kürdü ve Ermeni öldürdük' demedim.” şeklinde bir açıklama yapmış, daha sonra başka bir gazeteye verdiği röportajda “Evet ben sözlerimin arkasındayım. Zira aydın sorumluluğu benim gerçekleri açıklamamı gerektirir.” demiştir. Neyse konumuz Orhan Pamuk değil, 30 bin kişilik terör zayiatı..

Benzer şekilde Apo’nun eski avukatı Hasip Kaplan daha geçenlerde Referans Gazetesinden Nuray Başaran ile yaptığı röportajda: Başaran’ın “..Türkiye ve Türk halkı için Öcalan hâlâ 30 bin kişinin katili?”diye saptama yapması üzerine “-Çok ilginç bir şey söyleyeyim, ben bir ceza hukukçusuyum. Bana sorarsanız bir kişiyi bütün olayların sorumlusu olarak görmek ve ‘30 bin kişinin katili’ sözüyle sık sık dile getirmek doğru değil. Bu kamuoyunda böyle söyleniyor ama ceza hukuku açısından suçun faili denen bir olay vardır.”diyerek konuyu yine başka yöne çekmeye çalışmıştır.

Gerçi terör örgütü yanlılarından Apo’nun bir katil olduğu ikrarını alabilmek deveye hendek atlatmaktan güçtür. Ne yapalım, adamların ideolojik saplantıları böyle.. Ya, bizimkilere ne diyelim?.



Bizim terör olaylarına daha demokrat bakış açısıyla bakanlara göre ise, bu 30 bin kişi bu toprakların verdiği toplam ölü demektedir.

Bu 30 bin kişi ile ilgili ilk ciddi açıklamayı 2005 yılında o anki OHAL Bölge Valisi rahmetli Aydın Aslan yapmıştır. Gazeteci Nazım ALPMAN ile görüşürken: gazetecinin “-Efendim, 30 bin kişi katili..” diye başlayan cümlesini yarıda keserek, “-Özür dilerim Nazım Bey bir dakika. Böyle bir bakış açısı güvenlik kuvvetlerimizin teröre karşı elde ettiği büyük başarıya gölge düşürüyor. Eğer Apo 30 bin kişiyi öldürebilecek güce ulaşsaydı, biz şimdi bu makamlarda oturuyor olamazdık. Bu 30 binin 22 bini PKK’lı teröristlerdir. Askeriyle polisiyle korucusuyla devletin elde ettiği başarıdır.”der. Ayrıca vali gerçek rakamları vererek şehitlerle teröristlerin karıştırılmamasını ister.

Bir savaşta verilen zayiatın boyutu o savaşın ne kadar büyük veya küçük olduğunu açıklamaya yetmez. Ancak savaştaki şiddetin boyutunu anlamamıza yardım eder. Çünkü zayiat durumu bu rakamlardan çok daha az olup ta tarihte iz bırakmış nice savaşlar vardır.

1984’te başlayıp günümüzde de devam eden, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerini adeta cehenneme çeviren düşük yoğunluklu savaşa dair resmi makamlarca kamuoyunun önünde ortaya konulmuş net rakamlar yok. Bu konu hakkında yorum yapmak isteyen her aydın, ancak kulaktan dolma rakamlarla bu savaş hakkında yorum yapıyor. Gerçi, ortalama rakamlarda bizim gerçekleri karıştırmamıza neden olamaz. Bu nedenle ortaya gerçeğe en yakın rakamları koymamız gerekiyor ki halkımızın sağduyusuna zarar vermeyelim.

Şimdi ben size Türkiye’nin son yüzyılına damgasını vuran önemli savaşların genel kabul gören zayiatlarını açıklayayım. Söz konusu rakamlar çeşitli yazarların veya tarihçiler tarafından genel kabul gören rakamlardır. Türk Savaş tarihinde önemli yeri olan Kore ve Kıbrıs Savaşlarının zayiatı bile net rakamlarla ortaya konulmamıştır. Savaş sırasında yaralanarak hastaneye kaldırılan ve hastanede şehit düşenler toplam şehit sayılarına dahil edilmemiştir. Bu konuda ya Genelkurmay Başkanlığına bağlı Askeri Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığı, ya da üniversitelerimiz ciddi bir araştırma yapması gerekmektedir. Zira Kıbrıs Savaşının bile kesin zayiat rakamları kimilerine göre 486 ile 799 arasında değişmektedir. Ben size birkaç tarihçinin üzerinde hemfikir oldukları şehit sayılarımızı aktaracağım. Vereceğim rakamlar Türkiye’nin PKK ile mücadelesinin boyutunu anlamamıza yardım edecektir.

Balkan Savaşı:4307 şehit,

İstiklal Savaşı:10,885 şehit,

Kore Savaşı:731 şehit

Kıbrıs Savaşı: 654 şehit

1984-2007 yılları arasında ise ortalama 6000 asker, polis ve geçici köy korucusu şehit olmuş, 5000 vatandaşımızda teröristler tarafından katledilmiştir.

Toplam zayiatımız 11000 kişidir.

Karşılık olarak öldürülen terörist sayısı ise 22 bin civarındadır.

O halde bu ikisini üst üste topladığımızda ortaya 33 bin çıkar.

Demek ki, biz ya bu savaştaki kayıplarımızı kesin olarak bilmiyoruz, ya da ölen teröristleri de şehitlerle aynı kefeye koyuyoruz. Bunun başka bir türlü izahı mümkün mü?

Demokrat geçinen bazı aydınlarımız ölen teröristlerin de bu vatanın evladı olduğunu elbette bu topraklarda öldüğü için da terörist kayıplarının da bu rakamın içinde olması gerektiğini söylüyorlar.

İnsanın hayrete düşmemesi mümkün değil. Düşünün, Kurtuluş Savaşımız sırasında ölen Yunanlıları Türk Ordusunun şehitleri arasında sayılması gibi bir şey.. PKK’nın içerisinde terörist faaliyetlere karışanların en az yüzde 30’luk kesimi Türk Vatandaşı değildir. Irak, İran ve Suriye vatandaşıdır.

Daha da ileriye gidersek, Kandil Dağı’ndaki PKK kamplarını gezerek izlenimlerini aktaran muhabir Hala Jaber tarafından 28 Ekim günü İngiliz The Sunday Times gazetesinde yayınlanan haberde; “PKK’nın içinde İngilizler, Ruslar, Almanlar, Yunanlılar, İranlılar ve Araplar da savaşıyor. “ şeklindeki habere ne diyeceksiniz?

O zaman biz bu konuda çok bilgisiziz..Yahut söylemeye dilim varmıyor ama, kasti olarak; eline silah alıp, devletinin askerine, polisine, korucusuna ateş eden; masum vatandaşlarını hiçbir gerekçe olmadan diri diri yakan ve katleden teröristlere kutsal bir paye yüklüyoruz. Sanki teröristlerin masum bir amaç, kutsal bir ideal uğruna gencecik Mehmetçiklerimizi, çoluk çocuk diyebileceğimiz vatandaşlarımızı katlediyorlar.

Silah taşıma tekelini elinde bulunduran devletin karşısına kim çıkarsa çıksın bunun adı düşman veya teröristtir. Bunları imha etmenin adı da cinayet değil, meşru savunmadır.

30 bin kişinin katili tabiri kullanıldığında şehitlerimizin mezarda kemiklerini sızladığını, şehit ailelerinin burnundan soluduğunu, gazilerimizin boğazının taş gibi tıkandığını kimse bilemiyor.

Hele hele, halen terörle mücadele eden kahramanlarımızın nasıl demoralize olduğunu kimse tahmin edemiyor.

Bir tarafta en kutsal makam olan şehitlik makamına yerleşmiş ve rahmet meleklerinin kendisi için şahitlik yaptığı Mehmetçik, diğer tarafta devletine isyan etmiş, bayrağa ve namusa uzatılmaya çalışırken eli koparılmış bir hain…

Lütfen, biraz izan.. Biraz ölçü..

Her şeyi boş verdik, bari şehitlerle teröristleri aynı kefeye koymayın..

Bu millet daha fazla incitilmeyi hak etmiyor!...