8.09.2008

Vizyon Sahibi Lidere İhtiyacımız Var

Bookmark Post in Technorati


Devletin her tarafı kıpır kıpır oynamaz.

Devlet bir konuda karar verdi mi, o karaların takipçisi ve uygulayıcısı olur.

Devlet bir konuda politika belirlerken; ele aldığı konuyu enine boyuna düşünür, devletin bekası ve geleceğini göz önüne alarak politikasını oluşturur. Özellikle devletler, geleceklerini ipotek altına alacak politikaları belirlerken acele kararlar vermez. Vermiş ise, kısa vadede iş işten geçmeden ve testi kırılmadan politikasında değişiklikler yaparak ilerideki çok keskin politika değişiklikleri ile toplumun hayal kırıklıklarına uğramasını engeller. Buna vizyon sahibi olmak denir.

Bu özellik her politikacıda bulunmaz. Vizyon sahibi ve ileriyi gören politikacıların olduğu toplumlarda sorunların aşılması daha kolay ve toplumu germeden olur. Siyaset adamları sorunları yıllar öncesinden çözmeye başlamış olduğu için, toplumda yeni sorunları çözmeye zaman ve enerji kalır.

Ancak bırakın belli bir vizyona dayalı politikaları, Türkiye’nin günü kurtarmaya yönelik kıraathane politikalarından öteye gidemeyen bir siyaset anlayışı var.

Neden mi?

Yaklaşık olarak 200 yıldır Türkiye’nin enerjisini soğuran bir sorunumuz ve daha ismini bile koyamadığımız 200 yaşında bir çocuğumuz var da ondan...

Devlet büyüklerimizin bundan 30 yıl önce “Geri Kalmışlık Sorunu”, 20 yıl önce “Güneydoğu Sorunu”, 10 yıl önce “Terör Sorunu”, 4 yıldan bu yana da “Kürt Sorunu” adını koydukları bir sorunumuza hala kesin bir ad koyamadıkları için halen sorunun çözümüne yönelik bir tedavi de uygulayamadılar. Doktor eğer bir hastanın hastalığına yanlış teşhis koyarsa elbette tedavisi de yanlış yapılır. Bunun için vizyon sahibi politikacılar da bu sorunu tedavi edemiyorlar.

Tedavi devamlı Genel Cerrah durumundaki Türk Silahlı Kuvvetlerine düşüyor. Cerrah da nasıl yaparsa öyle yapıyor. Neşterle iltihaplı bölgedeki cerahati akıtıyor. Bir daha ki apseye kadar durum idare ediliyor. Askerler; sorunu öncelikli bir “Güvenlik Sorunu” olarak, daha sonra ise “Kürt Sorunu” algıladıklarını gösteriyor.

Bence de sorun iki farklı yaklaşımla izah edilmeye başlandığında bu iki tanımla açıklanabilecek nitelikte. Elbette asker sorunu öncelikle güvenlik sorunu olarak görüyor. Zira, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak parçaları üzerinde hala elinde silahla dolaşan yasadışı unsurlar varsa, sorunun güvenlik sorunu olarak tanımlanması çok doğaldır. Bu eli silahlı unsurların ortadan kaldırılması ile gerçek ve ölümcül asıl sorun ortaya çıkıyor: “Kürt Sorunu”

Bakın, Allah aşkına.. Bunu ben demiyorum. Yıllar boyunca terörle mücadeleye komuta etmiş emekli Komutanlarımız diyor.

Fikret Bila’nın “Komutanlar Cephesi” isimli kitabında Komutanlarımızın hemfikir oldukları yegane konu, tehdit önceliklerinin sıralaması. Bütün komutanlarımız ülkemize yönelik tehditleri öncelik sırasına göre şu şekilde sıralıyor:

Kuzey Irak’da Bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması: Kurulacak bir Kürt Devletinin bölgede etrafı düşmanlarla çevrilmiş ikinci bir İsrail olacağı, bu nedenle yüzyıllarca sürecek bölgesel bir sorunu başlatacağı ve bu ülkenin kısa vadede ABD’nin müttefiki olarak görülse bile uzun vadede ABD’nin kolaylıkla gözden çıkaracağı bir ülke konumunda olacağı belirtiliyor. Ancak, asıl önemlisi ise; zamanla bu Kürt Devletinin Türkiye’deki Kürtler açısından bir cazibe merkezi haline geleceği, dolayısıyla Türkiye’deki Kürtlerin uzun vadede de olsa Türkiye’den ayrılacağı endişesi dile getiriliyor.

Kerkük’ün Statüsü: Kuzey Irak Kürt Yönetiminin, Kerkük’ün nüfusunu Kürtler lehine bozacak şekilde diğer bölgelerde yaşayan Kürtleri uzun süreden bu yana Kerkük’e yerleştirmesinden dolayı yapılacak bir referandum sağlıklı olmayacak ve Barzani’nin isteği doğrultusunda sonuçlanacaktır. Eline Kerkük petrolleri gibi önemli bir maddi güç geçen Kuzey Irak’taki Kürt Yönetimi, bölgede Türkiye’ye karşı bir cepheleşmenin fitilini ateşleyecektir. Bu da Türkiye’nin güney sınırını ve demografik yapısını bozacak nitelikte gelişmelere neden olacağı belirtiliyor.

PKK Tehdidi: Türkiye’nin Güneydoğusunda bir güvenlik ve istikrarsızlık sorunu olarak görüldüğü belirtilerek; PKK’nın siyasallaşmasının silahlı tehdidinden daha yıkıcı olduğu vurgulanıyor.

Komutanlarımız geçmişte Türk Devletinin yapmış olduğu kısmi hataların sorunun çözümsüzlüğünde önemli rol oynadığını, devletin bu sorunu devamlı askeri güçle çözmeye çalıştığını ve bu nedenle bu güne gelindiğini belirtiyorlar...

Şimdi yazımızın girişinde; bir devlet vizyon sahibi politikacılarla gelecekte karşılaşma riski olan sorunlarını yıllar öncesinden çözerek, gelecekteki enerjisini toplumun refahı ve gelişimine harcar demiştik.

Eh, şimdi ne oldu? Türkiye başladığı noktaya mı dönecek?

Kuzey Irak’daki Kürtler daha rahat bir devlet kursunlar diye 1991 yılındaki Körfez Savaşı sırasında 36ncı paralelin kuzeyi Saddam’a yasak bölge ilan edilmemiş miydi? O zamanlar Kuzey Irak’da bir Kürt Devleti kurulmaya başlandığını görmek için illaki uydu gözlemleri mi gerekiyordu?

Adamlar bağıra çağıra bir Kürt Devleti kurdular ve kurarlarken de Türkiye’ye bacaklarını tutturdular...

İş işten geçmek üzere... Burada kurulacak bir devletin Türkiye’de nelere yol açabileceğini sağduyulu herkesin görmesi gerekiyor.

Artık vizyon sahibi olma zamanı gelmedi mi?

Böyle giderse sadece Kerkük’ü değil, daha önemli varlıklarımızı kaybedeceğiz. Artık geleceği gören etkili bir lider artık sorumluluğu omuzlarına almalıdır..

Türban Kurbanları

Bookmark Post in Technorati


İlk şoku, bizim gençlik dönemlerimizin transparan defilelerinde aranan manken olan Gülay Pınarbaşı ile Türk sinemasının babalarımızın gençlik dönemindeki vamp kadını Leyla Sayar’ın tesettüre girmesinde yaşamıştık. Bir uçtan diğer uca ışık hızında bir geçiş yaşamışlardı. Her tarafları açıkken, bir anda hidayete erip, tamamen kapanmışlardı.

Aslında bu tür bir uçtan bir uca sarkaç misali gidiş gelişlere son yollarda daha fazla tanık oluyoruz, ama neyse…

Bu tür marjinallikler aşırı solla aşırı irticai kesim arasında paslaşarak sürüyor. Bir bakıyorsunuz şahsiyet bu gün hızlı bir devrimci ve ateist, ertesi gün hızlı bir İslamcı ve radikal şeriatçı. Bir gün Allah’a kitaba küfredenlerin önde gideni, ertesi gün ateistlerin azılı düşmanı. Adeta İspanyol paça modası gibi... Bugün moda neyse, fikren ve ruhen o ideolojik yöne hızlı bir savruluş, inandığı değerleri bir anda keskin bir şekilde reddetme, inkar, hatta sövüp sayma…

Ben buna bir türlü orta yolu bulamama hastalığı diyorum. Gelin kardeşim makul olun, her iki tarafından iyi, güzel yönlerinden bir sentez yapın, desen nafile. İllaki, radikal sağ veya radikal sol. Üç, beş yıl içerisinde yeni bir fikri cereyanı olduğunda bu sefer o ideolojiye meyletme. Allah hepsinin iyiliğini versin. Elbet bir gün bizi biz yapan, başımızı dik tutmamızı, milli haysiyeti, bağımsızlık aşkını, birey özgürlüğünü bize kazandıran Cumhuriyetin ilke ve değerlerine dönecekler. Hayırlısı…

Elbette başlığa bakıp da her türbanlı vatandaşımızın böyle bir süreç yaşadığını söylemiyorum. Ama orta yolun, Cumhuriyetin, Atatürk’ün ilke ve ideolojisini tam olarak bilmeden, kulaktan dolma bilgilerle, eski medreselerin yerine kurulan öğrenci yurtlarındaki ideolojik beyin yıkama seansları ile vatandaşlarımızın büyük bir bölümü kendi değerlerinden koparılıyor. Bir anda değişik düşünce kutupları arasında gidip geliyor. Son fırtına da üniversiteli kızlarımızın üniversitelere türbanla girip girmemesi üzerine koptu.

Neyse gelelim bu günkü başlık konumuza…

İnsanların neye inanıyorsa, başkalarına zarar vermediği sürece, inandığı gibi yaşaması kişisel özgürlüklerin olmazsa olmaz bir koşulu. Bana göre türban da böyle bir tercih. Hiç kimsenin, nasıl punkçular simsiyah kirli kıyafetlerle ortada dolaştığında sesini yükseltme hakkı yoksa; türban içinde aynı şey söz konusu olmalı.

Bir kesim; bunun sonu yok, bu gün türban, yarın siyah tişört giyenler, bir sonraki gün kot pantolonlulara bu yasak indirgenirse, birey özgürlüğü kısıtlandıkça kısıtlanır; bu tip yasaklar en sonunda herkesi vurabilir, diyebilirler. Yok öyle bir şey.. Daha düne kadar üniversitelerimiz ve diğer kamusal alanlarda uygulama sürecinde böyle bir şey olmadı, olamazda…

Aslında türban sadece kadınların toplumsal yaşamdaki yeri ve kadınların bu yerde yer alıp almaması ile ilgili…

Neden mi?

Şimdi bakın bakalım, türbanlı kızlarımız üniversiteye türbanla girelim diye niçin uğraş veriyor. Burada bilimsel eğitim alıp, bunu topluma aktarmak için mi, yoksa sadece siyasi bir gövde gösterisi yapmak için mi? Bilim mi, siyaset mi, kısaca?

Mevcut uygulamaya bakalım. Önce yukarıdan başlayalım…

Cumhurbaşkanımızın kızı türbanlı kızı Kübra okudu da ne oldu? Bilkent’i bitirir bitirmez, evlendirildi. Çalışıyor mu? Hayır? İş mi bulamadı? Neredeyse, Cumhurbaşkanımızın 16 yaşındaki oğlu iş buluyor da, kızı mı bulamayacak. Geçelim.

Başbakanımızın kızlarının durumu ne? Hem Esra, hem de Sümeyye, her ikisi de ABD’de ramsey gömleklerinden burslu olarak ABD’de İndiana Üniversitesini bitirdi. Biri sosyoloji, diğeri tarih bölümünün başarılı öğrencileri idi. Ardından Esra California Üniversitesi’nde, Sümeyye de The London School of Economics and Political Science’da master yaptı. Milletin bırakın yurt dışında okumayı, 20 km ötedeki ailesini ziyarete gidecek parası yokken, bilim adına her türlü masraftan kaçınılmadı. Sonuç. Her ikisi de çalışmıyor. Evlerinde oturuyor.

Hükümette yer alan Bakanlarımızın türbanlı kızları veya eşlerinin durumu daha mı farklı? Bir çoğu en iyi Üniversiteleri iyi derecelerle bitirdikten ve parlak bir meslek sahibi olduktan sonra evlenip evlerinde oturmaya başlamışlar. İnanır mısınız, ben istisna olarak çalışanını da tespit edemedim. Bilen varsa söylesin..

Bunca uğraş o zaman neden? Sadece Üniversite bitirmiş ev hanımı olmak için mi? Ev hanımı olmak için Üniversite bitirmeye gerek var mı? Bence Kız Meslek Lisesi veya Olgunlaşma Enstitüsü gibi bir bölümü bitirseler ev hanımlığında daha başarılı olmazlar mı?

Yine bazı aklı evveller bana diyecekler ki, bu kızlarımız türbanlı olarak devlet kademelerinde iş bulamadıkları için çalışamıyor. Özel sektörde de mi çalışamazlar? Babalarının veya eşlerinin hepsi önemli mevkilerde, istenince burs alınabiliyor da, çalışmaya gelince iş vermiyorlar mı? Bırakın Allah aşkına…

Yorulduk. Enerjimiz tükendi. Elin oğlu Mars’ta su var mı, yok mu diye kafa yorarken, küresel ısınmaya çare ararken bizim yaptığımız işlere bakın.

Böyle giderse 50 yıl sonra torunlarımıza hem fiziken, hem ruhen, hem de bilimsel olarak çölleşmiş bir ülke bırakacağız.

Türban yüzünden koskoca bir ülkeyi kurban edeceğiz, bütün olan torunlarımıza olacak…

30 Bin Kişinin Katili!..

Bookmark Post in Technorati


Bölücü başı Apo’nun 1999 yılında yakalanarak Türkiye’ye getirilmesinin hemen akabinde içlerinde üst düzey devlet adamlarının beyanları da dahil olmak üzere nereye baksak, nerede bir şey okusak, nerede bir şey duysak hep aynı ifade: “30 bin kişinin katili Apo!”

“30 bin kişinin katili” ifadesi acaba Türk Devleti tarafından bilinçli bir psikolojik harp malzemesi mi, yoksa bilgisizlikten kaynaklanan bir kolaycılıkla mı ortaya atıldı anlamak mümkün değil. Kimi okumuş yazmışlarımız rakamların bu kadar büyütülerek verilmesinin psikolojik savaşın bir parçası olduğunu, kimi 25 yılda günlük terör kayıplarını üst üste koyduğunda zaten bu rakamın kolaylıkla bulunabildiğini iddia edip dursun; bu rakamlar adeta darbımesel gibi dilimize yapıştı kaldı..

Günlük kahvehane siyasetiyle iştigal eden vatandaşlarımız, artık İmralı sakini Apo’nun 30 bin kişinin katili olduğunu biliyor. Zaten sokaktaki vatandaştan terör zayiatları istatistiğini tutmasını beklemek mezardaki ölünün dirilmesini beklemekten farksız. Vatandaş ne yapsın ki? Her gün televizyonda, gazetelerde, dergilerde, mitinglerde “30 bin kişinin katili Apo’dan şehitlerin hesabını soracağız!” anonsu.. Hesabı soracaklar kimler? Hep devletini, namusunu ve bayrağını koruma uğruna şehit düşen asker, polis, memur, korucu ve masumların oylarına talip olan siyasetçiler.. Ama her nedense yıllardır sorulması gereken hesap bir türlü sorulamaz, şehit ailelerinin yüreğine su serpilemez.

Ben bu 30 bin rakamına takmış durumdayım. Kimmiş bu 30 bin kişi?

Asker ise? Bu kadar askerimiz Kurtuluş Savaşında şehit olmadı..

Polis ise? Bu kadar polis şehit vermiş olsaydık, polis teşkilatının bitmiş olması gerekirdi.

Yoksa korucu mu? Yok bu da değildir. Zaten topu topu 77 bin Geçici Köy Korucusu var. Bunun 30 bininin şehit olması durumunda hem Geçici Köy Korucusu kalmazdı hem de Doğu ve Güneydoğu’nun her köyünde her biri 10’ar kişilikten toplam 3 bin şehitliğin olması gerekirdi.

Ya da masum vatandaşlarımız mı? Hangi ülkede resmen ilan edilmemiş bir savaşta 30 bin kişinin ölmesi halinde iç savaş çıkmazdı? Bu da değildir!..

O halde bu 30 bin rakamının kimlerden oluştuğunu bilelim ki, 30 bin kişinin katiline hesap sorarken zafiyete düşmeyelim. Elmalarla armutları aynı sepette sayarak hesabı içinden çıkılmaz bir hale getirmeyelim... En önemlisi Türk’e ve Türklüğe düşman şahsiyetlerin eline koz vermeyelim.

Nobelli ABD yazarı Orhan Pamuk’un 2005 yılında, Das Magazin adlı bir İsviçre dergisine verdiği röportajda: “Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü. Benden başka kimse bundan bahsetmeye cesaret edemedi.” dedi. Bunları söylerken bilgisizlikten mi veya cahillikten mi bu açıklamayı yaptı; yoksa bizi biz yapan değerlere saldırmak için eline geçen bir fırsatı mı değerlendirdi onu bilemem. Ama kullandığı rakamlar bizim devlet erkanının kullandığı rakamlarla bire bir benzerlik taşıyordu. Gerçi aynı Orhan Pamuk bir ay sonra CNN-Türk televizyonuna verdiği mülakatta "Ben hiç bir zaman 'Biz Türkler şu kadar Kürdü ve Ermeni öldürdük' demedim.” şeklinde bir açıklama yapmış, daha sonra başka bir gazeteye verdiği röportajda “Evet ben sözlerimin arkasındayım. Zira aydın sorumluluğu benim gerçekleri açıklamamı gerektirir.” demiştir. Neyse konumuz Orhan Pamuk değil, 30 bin kişilik terör zayiatı..

Benzer şekilde Apo’nun eski avukatı Hasip Kaplan daha geçenlerde Referans Gazetesinden Nuray Başaran ile yaptığı röportajda: Başaran’ın “..Türkiye ve Türk halkı için Öcalan hâlâ 30 bin kişinin katili?”diye saptama yapması üzerine “-Çok ilginç bir şey söyleyeyim, ben bir ceza hukukçusuyum. Bana sorarsanız bir kişiyi bütün olayların sorumlusu olarak görmek ve ‘30 bin kişinin katili’ sözüyle sık sık dile getirmek doğru değil. Bu kamuoyunda böyle söyleniyor ama ceza hukuku açısından suçun faili denen bir olay vardır.”diyerek konuyu yine başka yöne çekmeye çalışmıştır.

Gerçi terör örgütü yanlılarından Apo’nun bir katil olduğu ikrarını alabilmek deveye hendek atlatmaktan güçtür. Ne yapalım, adamların ideolojik saplantıları böyle.. Ya, bizimkilere ne diyelim?.



Bizim terör olaylarına daha demokrat bakış açısıyla bakanlara göre ise, bu 30 bin kişi bu toprakların verdiği toplam ölü demektedir.

Bu 30 bin kişi ile ilgili ilk ciddi açıklamayı 2005 yılında o anki OHAL Bölge Valisi rahmetli Aydın Aslan yapmıştır. Gazeteci Nazım ALPMAN ile görüşürken: gazetecinin “-Efendim, 30 bin kişi katili..” diye başlayan cümlesini yarıda keserek, “-Özür dilerim Nazım Bey bir dakika. Böyle bir bakış açısı güvenlik kuvvetlerimizin teröre karşı elde ettiği büyük başarıya gölge düşürüyor. Eğer Apo 30 bin kişiyi öldürebilecek güce ulaşsaydı, biz şimdi bu makamlarda oturuyor olamazdık. Bu 30 binin 22 bini PKK’lı teröristlerdir. Askeriyle polisiyle korucusuyla devletin elde ettiği başarıdır.”der. Ayrıca vali gerçek rakamları vererek şehitlerle teröristlerin karıştırılmamasını ister.

Bir savaşta verilen zayiatın boyutu o savaşın ne kadar büyük veya küçük olduğunu açıklamaya yetmez. Ancak savaştaki şiddetin boyutunu anlamamıza yardım eder. Çünkü zayiat durumu bu rakamlardan çok daha az olup ta tarihte iz bırakmış nice savaşlar vardır.

1984’te başlayıp günümüzde de devam eden, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerini adeta cehenneme çeviren düşük yoğunluklu savaşa dair resmi makamlarca kamuoyunun önünde ortaya konulmuş net rakamlar yok. Bu konu hakkında yorum yapmak isteyen her aydın, ancak kulaktan dolma rakamlarla bu savaş hakkında yorum yapıyor. Gerçi, ortalama rakamlarda bizim gerçekleri karıştırmamıza neden olamaz. Bu nedenle ortaya gerçeğe en yakın rakamları koymamız gerekiyor ki halkımızın sağduyusuna zarar vermeyelim.

Şimdi ben size Türkiye’nin son yüzyılına damgasını vuran önemli savaşların genel kabul gören zayiatlarını açıklayayım. Söz konusu rakamlar çeşitli yazarların veya tarihçiler tarafından genel kabul gören rakamlardır. Türk Savaş tarihinde önemli yeri olan Kore ve Kıbrıs Savaşlarının zayiatı bile net rakamlarla ortaya konulmamıştır. Savaş sırasında yaralanarak hastaneye kaldırılan ve hastanede şehit düşenler toplam şehit sayılarına dahil edilmemiştir. Bu konuda ya Genelkurmay Başkanlığına bağlı Askeri Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığı, ya da üniversitelerimiz ciddi bir araştırma yapması gerekmektedir. Zira Kıbrıs Savaşının bile kesin zayiat rakamları kimilerine göre 486 ile 799 arasında değişmektedir. Ben size birkaç tarihçinin üzerinde hemfikir oldukları şehit sayılarımızı aktaracağım. Vereceğim rakamlar Türkiye’nin PKK ile mücadelesinin boyutunu anlamamıza yardım edecektir.

Balkan Savaşı:4307 şehit,

İstiklal Savaşı:10,885 şehit,

Kore Savaşı:731 şehit

Kıbrıs Savaşı: 654 şehit

1984-2007 yılları arasında ise ortalama 6000 asker, polis ve geçici köy korucusu şehit olmuş, 5000 vatandaşımızda teröristler tarafından katledilmiştir.

Toplam zayiatımız 11000 kişidir.

Karşılık olarak öldürülen terörist sayısı ise 22 bin civarındadır.

O halde bu ikisini üst üste topladığımızda ortaya 33 bin çıkar.

Demek ki, biz ya bu savaştaki kayıplarımızı kesin olarak bilmiyoruz, ya da ölen teröristleri de şehitlerle aynı kefeye koyuyoruz. Bunun başka bir türlü izahı mümkün mü?

Demokrat geçinen bazı aydınlarımız ölen teröristlerin de bu vatanın evladı olduğunu elbette bu topraklarda öldüğü için da terörist kayıplarının da bu rakamın içinde olması gerektiğini söylüyorlar.

İnsanın hayrete düşmemesi mümkün değil. Düşünün, Kurtuluş Savaşımız sırasında ölen Yunanlıları Türk Ordusunun şehitleri arasında sayılması gibi bir şey.. PKK’nın içerisinde terörist faaliyetlere karışanların en az yüzde 30’luk kesimi Türk Vatandaşı değildir. Irak, İran ve Suriye vatandaşıdır.

Daha da ileriye gidersek, Kandil Dağı’ndaki PKK kamplarını gezerek izlenimlerini aktaran muhabir Hala Jaber tarafından 28 Ekim günü İngiliz The Sunday Times gazetesinde yayınlanan haberde; “PKK’nın içinde İngilizler, Ruslar, Almanlar, Yunanlılar, İranlılar ve Araplar da savaşıyor. “ şeklindeki habere ne diyeceksiniz?

O zaman biz bu konuda çok bilgisiziz..Yahut söylemeye dilim varmıyor ama, kasti olarak; eline silah alıp, devletinin askerine, polisine, korucusuna ateş eden; masum vatandaşlarını hiçbir gerekçe olmadan diri diri yakan ve katleden teröristlere kutsal bir paye yüklüyoruz. Sanki teröristlerin masum bir amaç, kutsal bir ideal uğruna gencecik Mehmetçiklerimizi, çoluk çocuk diyebileceğimiz vatandaşlarımızı katlediyorlar.

Silah taşıma tekelini elinde bulunduran devletin karşısına kim çıkarsa çıksın bunun adı düşman veya teröristtir. Bunları imha etmenin adı da cinayet değil, meşru savunmadır.

30 bin kişinin katili tabiri kullanıldığında şehitlerimizin mezarda kemiklerini sızladığını, şehit ailelerinin burnundan soluduğunu, gazilerimizin boğazının taş gibi tıkandığını kimse bilemiyor.

Hele hele, halen terörle mücadele eden kahramanlarımızın nasıl demoralize olduğunu kimse tahmin edemiyor.

Bir tarafta en kutsal makam olan şehitlik makamına yerleşmiş ve rahmet meleklerinin kendisi için şahitlik yaptığı Mehmetçik, diğer tarafta devletine isyan etmiş, bayrağa ve namusa uzatılmaya çalışırken eli koparılmış bir hain…

Lütfen, biraz izan.. Biraz ölçü..

Her şeyi boş verdik, bari şehitlerle teröristleri aynı kefeye koymayın..

Bu millet daha fazla incitilmeyi hak etmiyor!...

Gerçek Demokrasi… Ama Ne Zaman?

Zaman Gazetesi’nin 23 Haziran 2008 tarihli nüshasında Dr. Ümit Kardaş tarafından yazılmış güzel bir makale vardı. “Gerçek Demokrasi Ne Zaman?” başlıklı makalede Dr. Ümit Kardaş başlıktaki soruya makale içinde cevap aramış, kendince tespit edebildiği hususları demokratik bir bakış açısına göre yazmış.

Gerçekten de Ümit Kardaş’ın tespitleri demokrasi kültürünü benimsemiş ve içine sindirmiş, insan haklarına saygılı ve hukuk devleti normlarına uygun tespitler…

Ama, bu tespitleri bir Avrupa ülkesinde, benzer bir olaya dayanarak yapmış olsaydı, tereddütsüz altına imzamı atardım. Ancak, burası Türkiye. Burada demokratik ve hukuksal kurallardan daha çok jeopolitik gerçekler ön plana çıkıyor.

Elbette, ben de ülkemiz insanının batı normlarında, evrensel insan hakları kriterlerine ve çağdaş hukuk ölçülerine göre hak ve özgürlüklere sahip olmasını, askerin siyaset dışında tutulmasını arzu ederim. Özellikle askerlerin siyaset dışında tutulmasına gerekçe olarak da Balkan Savaşı sırasında askerin siyasete bulaşmış olmasını görürüm.

Avrupalı hangi haklara sahipse, bizim insanımız da niye sahip olmasın? Gerçek demokrasi ölçülerine uygun demokratik açılımlar niçin ülkemizde yapılmasın? İkinci sınıf demokrasi anlayışına ve asker vesayetine tabi bir ülke de haklarımız olduğundan bahsedebilir miyiz?

İnanıyorum ki, her vatandaşımız bu sorulara kendi fikir ve inanışı doğrultusunda cevap verecektir. Dünyada da bu böyledir. Her ülkenin insanı farklı demokrasi inancına sahiptir. İnanışına etki eden en önemli unsur ya şahsi, ya da ülke menfaatleridir.

Yoksa, daha geçen ay Mynmar’da meydana gelen sel felaketi esnasında ülkeyi yöneten askeri cunta yönetiminin kendi insanına ulaştırılmak istenen uluslararası yardımı rezilce engelleme çabası, gelen yardımları oligarşik bir anlayışla vatandaşları yerine askerlere dağıtması nasıl Türkiye’den kötü gözüküyorsa, ülkemizdeki demokrasiye yapılan her türlü müdahale de dış ülkelerden bakıldığında böyle kötü gözüküyor.

Ama…

“Büyüklerimiz bir cümle “ama” ile başlıyorsa ve bu cümleden önce başka bir hususu açıklayan cümleler varsa, “ama” ile başlayan cümle önceki cümlelerde anlatılanları tamamen nötr hale getirir derlerdi. Bizimki de öyle oldu. “

Ama, jeopolitik gerçeklere gelince iş değişiyor…

Bir kere Avrupalı bizim yaşadığımız travmayı yaşamadı...

17nci yüzyıl sonlarında toplam 24 milyon kilometre karelik İmparatorluk toprakları, 1913 yılında 4.9 milyon kilometreye kadar düşmüş ve 1913 yılından sonra bugünkü halini almıştı. Şimdi 45 ayrı ülkenin egemenlik hakkını kullandığı topraklardan bir anda bugünkü topraklara düşmek sosyolojik ve psikolojik bir travma yaratmıştı. Hatta bu kadar büyük toprak kaybını bir kenara bırakın, Yunan’ın Polatlı önlerine gelişi ile beraber Türk’ün egemenlik alanı kalmamak üzereydi. Böyle bir travma bizde belki de birey merkezli bir bakış açısı yerine devlet ve toplum merkezli bir bakış açısı yerleştirdi.

İkincisi, dünyadaki orduların tamamı dış düşmana karşı ülkesini savunmuş ve kurtarmıştır. Bizim ordumuz ise işgal altındaki bir ülkeyi düşmandan kurtarmakla kalmamış, hanedan yönetimi yerine tüm dünyada gerçek anlamda yeni yeni yerleşmeye başlamış Cumhuriyet sisteminin ülkedeki kurucusu olmuştur. Belli başlı aksaklıkları olsa da meşruti-monarşi yerine demokrasiyi ülke yönetiminde esas almıştır. Bu nedenle, birlerce yıllık ordu-millet anlayışının bu ülke topraklarında kalıcı olarak yerleşmesine vesile olmuştur.

Üçüncüsü, ülkemizin jeo-stretejik yapısı göz önüne alındığında çevremizin pek de dost ülkelerle çevrilmediği aşikardır. Gerek dış tehdit, gerekse dış tehdit unsurlarının yurt içinde kullandığı iç tehdit unsurları düşünüldüğünde Anadolu yarımadası’nda kalabilmemiz bizim bazı haklardan vazgeçip, güvenliğe önem vermemizi gerektirmiştir.

Şimdi sorarım size; demokrasinin beşiği kabul edilen İngiltere’nin İRA terör örgütü ile mücadelesinde, Fransa’nın FLNC (Korsika Bağımsızlık Cephesi) adlı terör örgütü ile mücadelesinde toplam ölen insan sayısı bizimkinin 10’da biri var mıdır?

Hiç Almanya’daki dağlarda ellerinde roketatarlar, makineli tüfeklerle dolaşan; üniformaya benzer giysiler içinde gerilla savaşı yapan, koskoca bir orduyu peşine takan kaç terörist bulabilirsiniz?

Belçika’nın bölünmesi için mücadele eden Belçikalı teröristlere Hollanda’nın kamp, Fransa’nın silah, Almanya’nın finansman, İsviçre’nin televizyon yayın imkanı sağladığını duydunuz mu?

Duyamazsınız… Bütün bunlar bizim ülkemiz için geçerlidir.

Veyahut, sadece kendi gibi inanmadığı için insanları tellerle boğup, evlerinin altına gömen ve cesetlerin üzerlerine de bir güzel beton döken Hizbullah benzeri yapılanma İtalya!da var mı?

Her şeyi bir kenara bırakın, insan hakları ve demokrasi gibi gerekçelerle hangi Avrupa ülkesi güvenliğinden taviz veriyor? Hangi ülkede sistemini değiştirecek şekilde gruplar hareket ediyor?

Jeo-politik gerekçeler her şeyin önüne geçiyor… Bakınız, Avusturya’da seçimleri kazanan aşırı sağcı Jörg Haider’e hükümet kurma izni verildi mi? Hem de Avrupa Birliği üyesi bir ülke de adamın iktidara gelmemesi için Avrupa Birliği var gücüyle çalıştı.

Demek ki, ülkeler demokrasi ve insan hakları sınavı verirken güvenlik olgusunu gözden kaçırmıyor. O dengeyi o kadar güzel kuruyor ki, ne şiş yanıyor, ne kebap…

Tabii, biz de bu dengeyi sağlayacağız, insanımız demokrasi kültürünü tam olarak özümsediğinde. O da ne zaman olacak. Stadyumlarımızda seyirci ile sahayı ayıran tel engelleri kaldırıp, seyircilerimizin sahaya girmemeyi öğrendiği zaman. O zaman bu iş olur. Yoksa üç metrelik tel engele rağmen taraftar sahaya atlayıp hakemi dövebiliyorsa, biraz daha beklememiz gerekecek.

Bir de, Cudi’de, Gabar’da, Kato’da elinde silahla dolaşan teröristler yerine, elinde piknik sepetiyle dolaşanları görmeye başladığımız zaman bu işin altından rahatlıkla kalkabiliriz.

Öyle demokrasi demekle, demokrasi olmuyor…


Sedat Onar

Truva Atı

Son yazımızda, Soros’un Türkiye’de kendine yandaş üniversite, çeşitli kurum ve insanlarla işbirliği yaparak, görünürde Açık Toplum’u(=Yasaksız Toplum) gerçekleştirme; gerçekte ise Amerikan Emperyalizminin (Ben buna yeni adıyla Amerikan Evangelizmi diyorum) menfaatlerini koruma ve geliştirme gayreti içerisinde olduğunu belirtmiştik.

Yazımızda, Soros’un Türkiye’de işbirliği yaptığı insanların tamamına yakınının Sabetayist kökene sahip olmasını da bir tesadüften ibaret olduğunu(!) anlatmaya çalışmıştık. Ancak eski tarihli gazetelere göz attığımızda Genelkurmay’ın andıcında ve çeşitli kitaplarda Sabetayist olarak ismi zikredilen şahısların buna itiraz ettikleri anlaşılıyor. Şimdi aynı şahıslardan bir çoğunun ismine 2004 yılında basılan Soner Yalçın’ın “Efendi-Beyaz Türklerin Büyük Sırrı” kitabında da rastlıyoruz. Ama bu şahısların hiç biri bu kitaptaki iddiaları tekzip etmemişti. Derdimiz Sabetayist avcılığı değil…

Derdimiz, CIA=Soros=Sabetayist denklemi ile Türkiye’nin kaderi üzerinde hükmetme ve iktidar savaşı yapanların bize ve geleceğimize zarar vermesi. Kiminiz anlattıklarıma komplo teorisi de diyebilir, kiminiz deli saçması. Anlattıklarımızın tamamının delillerini basından veya internet ortamından rahatlıkla bulabilirsiniz.

Benim için konunun başlangıcı Genelkurmay Başkanlığınca 2006 yılında yazıldığı iddia edilen Sivil Toplum Kuruluşları konulu andıçtı. Andıçta tamamı Soros tarafından finanse edilen kurum, kuruluş ve şahıslar ifşa ediliyordu. Aslında bunların bir andıçta toplanmasına bile gerek yoktu. Andıç, çeşitli kitap, dergi ve gazetelerin haberlerinin bir özetinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştu. Gizli saklı bir şey yoktu. Ama hangi tarafta olduğu belli olan Taraf gazetesi Genelkurmay’ın ipliğini pazara çıkaracağım telaşıyla kendi kalesine bir gol attı. Haberi okuyup, analiz edenler; adeta 40 başlı ejderhaya dönmüş olan Soros’un yurt içindeki uzantılarını ve işbirlikçilerini öğrendikçe Soros karşıtı cephe güçlendi. Bir çok vatandaş, Genelkurmay Başkanlığının ülkeyi koruma içgüdüsüyle yapmış olduğu çalışmayı taktir etti. Şimdi Genelkurmay hata mı etmişti?

Andıç’ta müthiş imla hataları olabilir, hatta bazı isimler teyid edilmeden yazılmıştır. Zira andıçın yararlanılan kaynaklar kısmında bir çok gazetenin ve derginin isminin yanında 183 internet sitesinden faydalanıldığı da belirtilmiş. Yani kes, kopyala, yapıştır taktiği uygulanmış. Bazı hususlara itiraz edilebilir. Ama andıçta yer alan işbirliğini hiç biri inkar edebildi mi?

Şimdi, Açık Toplumcuların Soros’tan ne kadar para almış oldukları belgelendiği için, bu olayın duyulmasından sonra Açık Toplum Türkiye Temsilciliği artık yapılacak tüm parasal yardımların internet sitelerinden yayınlanacağını ilan ettiler.

Benim bu andıç münasebetiyle iki husus dikkatimi çekti.

Birincisi, devletin gizliliğe en fazla önem verilen kurumundan “hizmete özel” gizlilik derecesinde bir belge günlük bir gazetede yayınlanmasını kimse garipsemedi. Belgeyi sızdıranlar hakkında herhangi bir işlem yapılıp yapılmadığını da bilmiyorum. Zaten bu andıç meselesi ilk mesele değildi. Daha önceden de askeri karargahlarda yayınlanmış bazı andıçlar, çok gizli emirler gazetelerde boy boy yayınlanmıştı. Bütün bunları bir kenara bırakın, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’in Deniz Kuvvetleri Komutanlığı karargahındaki odasında bulunan bilgisayardaki “Darbe Günlükleri” komple Nokta dergisinde yayınlanmamış mıydı?

Silahlı Kuvvetlerimizin en büyük sırlarının olduğu karargahlar dingonun ahırı değil ki, bütün belgeler ulu orta göz önünde bulunsun. Yapılan işlemlerin dünya literatüründeki adı Casusluktur. Kimse bunun üzerine eğilmedi. Herkes “Allah korumuş, bakın biz sakin sakin yaşarken askerler darbe yapacakmış” kısırdöngüsünün dışına çıkılamadı.

Andıçlarda da aynı manzara hakimdi. Herkes “Aman Allahım hepimizi askerler fişliyormuş” demekten öte bir şey yapamadı.

Sevgili okurlarım, ben bunları militarist bir ideolojiyi savunmak veya darbe yanlısı olduğum için yazmıyorum. Ortada bir realite var. Devletin gizli belgeleri piyasada herkes tarafından okunuyor. Yarın, önemli bir askeri ihale, önemli silah depolarının yerleri, birliklerimizin taarruz ve savunma planları gazetelerde yayımlanmaya başlarsa ne yapacağız? Uçaklarımızın ne zaman Kandil’i bombalayacağına dair harekat mesajları PKK’nın internet sitelerinde yayımlanırsa mı karşı çıkacağız?

İkinci dikkatimi çeken nokta ise şu oldu: andıçta yer alan kurum ve kuruluşların ortak noktası… Hepsinin kıyısından veya köşesinden Türk Silahlı Kuvvetlerine, Ulusalcılara, Atatürkçülere nefret kusan tipler olması. Bunların içinde bölücü Kürtçüler, İrticacılar ve 2nci Cumhuriyetçiler ön sırada yer alıyor. Nitekim aldıkları paraların hakkını da vermiyor değiller hani… Bir bakıyorsun Ermeni konferansı hepsi tam tekmil orada, bir bakıyorsun Kürtlere özerklik tezlerinin gümbür gümbür dile getirildiği toplantılar hepsi hazır kuvvet. Ama hiçbiri bölücü PKK’ya tek laf söyleyemiyor, Türkiye’nin geleceğinin yok pahasına satılmasına ses çıkaramıyorlar.

Aslında üçüncü nokta aklıma gelmemişti ama onu da söylemeden geçemeyeceğim. İsterlerse servet düşmanı desinler. Bu ekibin tamamına yakınının bir eli yağda bir eli balda. Hepsi villalarda oturup, Vakko’dan giyinir. Altlarında son model arabalar, bankalarda torunlarının geleceğini kurtaracak kadar para ile durdukları yerde bu toprakların askerine söverler, moralini bozarlar; gençlerinin aklını çelip yanlarına çekmeye çalışırlar.

Bunlara göre Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar büyük bir ülke. Bu lafı hangisinin dediğini internette bulabilirsiniz.

Soros Türkiye’yi ziyareti sırasında Sabancı Üniversitesi’ndeki konferansta Türkiye’ye biçtiği rolü de net olarak ifade etmişti. “Türkiye’nin en iyi ihraç malı ordusudur.” Avanesi de var güçleriyle Soros’un bu talimatını gerçekleştirmeye çalışıyor…

İster inanın, ister komplo teorisi deyin… Andıçta yer alanlar Truva Atı değilse nedir?


Sedat Onar

Bir Şehit Oğlu’nun İlk Gecesi, Mahmut Şahin Binbaşı’nın oğlu Ozan Şahin’in

“Size, 1993 yılından bu yana içimde yanan Volkandan bahsedeyim…

Ben o zamanlar, 10 yaşındaydım. Babam, Bingöl’de ortak bir operasyona katılmak için görevlendirilmişti. O zaman, babam Elazığ Jandarma Komando Taburu’nun Tabur Komutanıydı. Hatırladığım kadarıyla dört günlük bir operasyona gitmişti… Taburda asker abilerimden çok az kişi görevli olarak kalmış, taburun tamamına yakını operasyona gitmişti... O gün hava bulanık, yağmurlu bir hava görünümündeydi…

Akşam 19:00’a kadar taburda kaldım... Vakit geçmek bilmiyor, operasyondan bir türlü haber gelmiyordu... Ama benim içimde tarifi anlatılmaz ve çok farklı bir sıkıntı vardı. Bu sıkıntıyı içimde taşıyarak 19:15 civarı eve döndüm...

Akşam yemeğimi yeni yemiştik ki, birkaç dakika sonra karşı komşumuz ve oğlu bize oturmaya geldiler... Ardından birer birer, diğer rütbeli eşleri de bizim eve gelmeye başladılar. Bu gayet normal bir şeydi. Çünkü lojmandaki subay aileleri her zaman bir araya gelir, dayanışma içinde sohbetlerini ederler ve birbirlerine destek olurlardı... Ben de yine öyle bir toplanma olduğunu düşünerek içeride arkadaşım ile sohbet ediyordum...

Gece 20:00-20:30 arası annemin bağırmasını duydum... Dürüst olmak gerekirse, yaşlı ve hasta olan anneannemi kaybettiğimizi ve annemin 0’nun haberini aldığını zannettim...Ben inanılmaz bir şok içindeydim…

Çünkü benim bildiğim babam, yılların askeriydi ve 20 yıllık subay kolay kolay ölemezdi...Ama diğer yandan da kafamda ve yüreğimde fırtınalar kopuyordu... Annem odama gelerek, “Oğlum, baban öldü” dedi ve ağlayarak bana sarıldı...Ben hala, ölümü babama konduramıyor, bir türlü inanmak istemiyordum. Annemi teselli etmeye çalışıyor, operasyon bölgesinden haber alınamadığını tekrar tekrar anlatmaya çalışıyordum. Ama annem beni dinlemiyor, sürekli feryat figan ediyordu...O sırada kız ve erkek kardeşimi diğer bir subay eşi olan komşumuz yanlarına alarak evlerine götürdü. O zaman kardeşlerimin birisi 5 birisi henüz 7 yaşındaydı…

O ara lojmandaki evimizde inanılmaz bir telefon trafiği yaşanıyordu.. Bütün gece dua ederek: “Allah"tan babamın tekrar sağ salim evimize dönmesini diledim...” Henüz doymamıştım babamın kokusuna…

Güneş doğmuştu, çok yorgun ve harap bir şekilde yatağıma uzanmış vaziyetteydim. Sabah 9:302da babamın İl Jandarma Komutanlığında görevli olan devresi bir binbaşı odama geldi... Karşıma oturarak hatırımı sordu...Hiç bir cevap vermedim. Vermeye güç bulamadım dudaklarımda...

Ve derin bir nefes alarak, binbaşıya şu soruyu sordum: “babam şehit mi oldu ?”

“Evet, oğlum” dedi...Hiç konuşmadan, 15 dk. boyunca sürekli tavana baktım... Saat 11:00 civarı evimize bir hoca gelerek Kuran’dan ayetler okumaya başladı. . Daha sonra babamın naaşının Elazığ Askeri Hastanesine geldiği söylendi bize… Hastaneye doğru hareket ettik. Babamı son bir defa olsun görmek istedim... Morgda cansız yatıyordu..

Görünce “Baba” diye, bir çığlık attım.. 11:30"da Alaya hareket ederek, babamın Elazığ’dan uğurlanma merasimine katıldım. Babam ve Maraş’lı olan askeri Ahmet NALÇACI aynı operasyonda şehit düşmüşlerdi...

Elimde bir TÜRK bayrağı, önümde ay yıldızlı bayrağa sarılı iki tane tabut. Birinde babam, diğerinde hayatının baharında vatan için canını veren bir abim yatıyordu…

Merasim kıtası babamın askerlerinden seçilmişti... Hepsi beni çok yakından tanıdıkları ve sevdikleri için sessizce bana bakıyorlardı... Ben de onlara donuk gözlerle karşılık veriyordum. Sonra, yavaş yavaş yürüyerek alayın dışına çıktık.. Babamın ve askerinin bayrağa sarılı naaşını iki ayrı araca koydular... Askerinin bayrağa sarılı naşını aynı araba ile memleketi olan Kahramanmaraş’a gönderdiler... Biz de başka bir konvoy ile Elazığ Havalimanına doğru hareket ettik...

O sırada önümüzde yol almakta olan merasim kıtasının otobüsünün arka camı bana bakan askerlerle doluydu.. Camda boşluk göremezdiniz... Biz havaalanına giderken, karşı yönden bizim Tabura ait Land –Rover marka araçlar operasyondan dönüyorlardı.. Ve ben içimde tarif edilemeyecek duygularla o araçların geçişini seyrediyordum…

Havaalanında bizi bir askeri nakliye uçağı bekliyordu. Önce, babamın bayrağa sarılı naaşını uçağa aldılar.. Ardından annem, kardeşlerim, amcam ve ben uçağa bindik... Annem aldığı ilaçların etkisi ile yarı aygın yarı baygın bir vaziyette oturuyordu...

Havalanmadan önce uçuş personeli yanımıza gelerek tek tek başsağlığı dilediler.. Babaannem, büyükbabam, halalarım ve diğer amcalarımla beraber Ankara’ya doğru uçuşa geçtik...

Ankara’ya vardıktan sonra biz subay olan amcamın evine gittik...

O geceyi amcamın evinde feryat figan bir şekilde geçirdik. Gecenin geç saatlerine kadar en küçüğünden en büyüğüne kadar gelen subay ve eş dostun sayısını hatırlayamıyorum bile... Ertesi gün öğle namazını müteakiben babamı Cebeci Şehitliğine defnettik. O günlerde üç ay boyunca amcamın yanında kaldık. Gidip gelen rütbeli subayların ardı arkası kesilmiyor, her gelen bir vaatte bulunuyor ve bir daha gelmiyordu.. Daha sonraları bu durum sadece telefon aramalarıyla sınırlanmaya başladı...Verilen vaatler unutulmuş ne hakkımız olan lojman ayarlanmış, ne de öğretmen olan annemin Ankara da bir okula tayini yapılmıştı...Yaşadığımız bu gibi tatsız olaylardan sonra içimde olan okuma şevki de kırılmıştı...Lise tahsilinden sonra yaklaşık yedi sene kendi odamda kendime ait küçük bir dünya kurdum.. Şu an kaybettiğim yedi senenin ve gidemediğim okulumun hesabını kimden soracağı mı merak ediyorum?..

Babamın şehit olması ve yaşadığımız bu gibi olaylardan sonra annem yaşıtlarına göre çok yıpranmış ve erken yaşlanmış; kardeşlerimse babamı benim anlattığım babamla ilgili olaylar ve hatıralarda kalan fotoğraflardan tanımaya başlamıştı...
Her ne kadar bizimle ilgilenilmese de kimseye kırılmadım, darılmadım, küsmedim..
“Bir şehit çocuğu olmaktan büyük 0nur duyuyorum... Bir Atatürk milliyetçisi olarak babamın Türk tarihine geçen aziz şehitlerimizden biri olması bulunduğum her ortamda alnım ak başım dik bir şekilde ve gururlu bir biçimde davranmamı sağlıyor…



Ozan, şu an Ankara-Bilkent'teki Türk Silahlı Kuvvetleri Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi'nde kalıyor. Ankaralı olup da, buraya yolu düşenler sadece bir merhaba demek için bile yanına uğrarsa, Ozan’a moral olur…


Sedat Onar

Ermenistan-Türkiye Maçı Notları-Son

Bizden dostluk eli uzatanların eline Türk kanı bulaşmamış olması gerekir. Eline Türk kanı bulaşmış, çoluk çocuk masum Türkleri katleden bir anlayış benim Cumhurbaşkanımla aynı locada oturup maç seyretmemeli.

Geçen makalelerimizin özeti bu…

Yoksa bizimle birlikte yaşayan adeta bizim birer parçamız olan Ermeni kökenli vatandaşlarımızla bir alıp veremediğimiz olamaz. Biz de aynen Soner Yalçın’ın 4 Şubat 2007 tarihinde Hürriyet gazetesinde yayınladığı “Türk Ermenileri” başlıklı yazısında belirttiği görüş ve duygulara sahibiz.

Bizim fikren savaştığımız kesim, Araratizm yanlısı ve Türk düşmanlığı yapan Ermeniler. Bunların büyük bir çoğunluğu da şu an Ermenistan Devletinin yönetim kadrolarında görev yapıyor.

Aynı yöneticiler Türkiye’ye dostluk eli uzatmaya çalışıyor. Tam bir iki yüzlülük… Bu kadronun yönetimindeki bir Ermenistan’ın, Türk düşmanlığını devletlerinin ana felsefesi yapmalarına rağmen Türk Devletinin bunlara barış dalı uzatmasına anlam veremiyoruz.

●●●●●

Şu an Ermenistan Cumhurbaşkanı olan Serj Sarkisyan, 2001 yılında Ermenistan Savunma Bakanı görevindeyken Ermenistan Parlamentosunda bir konuşma yapmış. İşgal altında tuttukları Karabağ bölgesi ile ilgili şunları söylemiş: “İşgal ettiğimiz topraklar var. Bunda utanılacak bir şey yok. Güvenliğimiz gereği bu toprakları işgal ettik. Biz bunu 1992 yılı ve öncesinde de söylüyorduk, şimdi de söylüyoruz. Belki üslubum diplomatik değil, ancak gerçek bu.”

Bravo, adam lafı dolandırmamış. Net konuşmuş. Lakin biz idrak edememişiz.



Buna rağmen 1988 Ermenistan’daki büyük depremden sonra Ermenistan’a en büyük maddi ve manevi desteği Türkiye vermiş.

Karşılığı?

Sözde Soykırımı kabul ettirebilmek adına dünyada Türkiye’yi şikayet etmedikleri devlet kalmamış.

Sonra, 1991 yılında Bağımsızlığını ilan eden Ermenistan’ı ilk tanıyan ülkelerden bir de biz olmuşuz.

Karşılığı?

Yine soykırım şikayetleri, Türkiye aleyhtarı lobi faaliyetleri…

Ermenistan kurulduktan sonra yayınlanan Bağımsızlık Bildirgesinde, bağımsızlık Kararında, Anayasasında “Soykırımın” devlet politikası olacağı belirtilmiş.

Bizden karşılık?

Yok…Hatta, H-50 hava koridorunu uçuşa açıp, adamların devletinin ayakta kalması için çabalamışız.

Ermenistan bağımsızlığını ilan ettikten sonra haritalarını yeniden düzenlemişler. İlköğretimde kullandıkları haritalarda, bizim Doğu Anadolu ile Karadeniz Bölgesinden 12 ilimizi haritalarında kendi toprakları olarak göstermişler. O sıralar bizim bazı basın organları konuyu gündeme getirince, “kardeşim sizde özgüven eksikliği var. Şunun şurası 3 milyonluk Ermenistan’dan korkulur mu” demişiz.

Gerçekten de doğru. Bizi bilmiyorum ama bende özgüven eksikliği var. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan Erivan’daki Cumhurbaşkanlığı makamında bir araya geldiklerinde özellikle Ağrı Dağı tablosunun altında oturtulup, fotoğraflarının çekilmesi bende özgüven eksikliği yarattı.

Neyse…

Adamlar ne yaparsa haklıdır! Zira biz karşılık vermiyoruz ki…

Benzer bir durum 2001 yılında Fransa’nın sözde “Ermeni Soykırımı”nı tanımasında da olmuştu. Türkiye’de basın, bu tanımaya köpürünce Fransa tedirgin olmuş, acaba Türkiye ile ekonomik ilişkilerimize halel gelir mi diye düşünmüştü. Ancak bizi çok iyi tanıyan Ermeni kökenli bir Fransız milletvekili Fransız parlamentosu’nda yaptığı konuşmada : “Size teminat veriyorum, Türkiye hiçbir şey yapamaz, bu söylediklerini de kendilerine tek tek yuttururuz” diyerek bizim ne kadar kof olduğumuzu kamuoyuna ispatlamıştı.

Biz hep dostluk adımları yerine saflık adımları atarken Ermenistan numunelik bile olsa bize karşı dostluk adımı atmamış. Dünyayı hep aleyhimize kışkırtmış.

Biz hep büyüklük bizde kalsın anlayışıyla hareket etmişiz.

1992 yılında Türkiye’nin öncülüğünde Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatını kurmuşuz. Karadeniz’de kıyısı olmayan Ermenistan, Türkiye’nin gayretiyle bu teşkilata kurucu üye yapılmış. Ben vallahi, pes dedim.

●●●●●

Bekleyelim, görelim…

Ermeni Devleti için ekonomi, halkın refahı, bölgesel barış önemli değil. Varsa yoksa “soykırım” yalanı. Bunun için Ermeni Diasporasını kullanarak müthiş hamleler yapıyorlar. Ermenistan’ın önümüzdeki hedefi, sözde soykırımın 100ncü yılı olarak kabul ettikleri 2015 yılında Türkiye’nin de bu sözde soykırımı kabul etmesini sağlamak.

Böyle giderse, göreceksiniz ki, dost olmak adına atalarımıza atfedilen bu iftirayı bile kabulleneceğiz. Yeter ki dost olalım!

Ama ondan sonrası ne olacak?

Ermeniler, Türkiye’nin “T”sinden esinlenerek meşhur “3T” formülünü bulmuşlar.

T’nin birincisi soykırımı Tanıma. Şimdilik dünyada 19 ülke soykırımı tanımış. Türkiye’nin tanıması için de Avrupa Birliği aracılığıyla baskı yapılıyor.

Aşama aşama da ilerliyorlar.

Hatta bizim içimizde bile müttefik bulmuşlar. Geçmiş yılları hatırlayın. Ermeni tezlerine destek veren Boğaziçi ve Bilgi Üniversitesi gibi üniversitelerin gayretleri ile Türk kamuoyunda bile epeyce mesafe kat edildi. Hatta öyle bir kamuoyu oluşturdular ki, bu üniversitelerde böyle bir konferansın düzenlenmesini protesto eden insanların yarısı şu an Ergenekon davasından cezaevinde olmasına rağmen kamuoyundan tık yok…

Uluslar arası arenada da çok sağlam mevziler tutmuşlar. Minnacık İsviçre bile “soykırım yoktur, soykırım bir yalandır” dedi diye İşçi Patisi Gene Başkanı Doğu Perinçeği içeri atmaya kalkmadı mı? Gerçi, İsviçre’nin atmasına gerek kalmadı, Türkiye bir yolunu bulup içeri attı.

Ya bizim devlet kademesindeki durum farklı mı? Soykırım olmadığını belgeleriyle ortaya koyup, bilimsel olarak ispat eden, Ermeni iddiaları konusundaki en yetkin bilim adamımız Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Hallaçoğlu’nun Türk Tarih Kurumu’ndaki görevine son verilmedi mi?

Velhasıl, Türkiye’nin sözde soykırımı tanıması için iç ve dış güçler tam gaz çalışıyor.



T’nin ikincisi Tazminat. Tanıma tamamlandıktan sonra, adamlar “madem siz bizim atamızı kestiniz, ödeyin bakalım tazminatını” diyecekler. Biz de borç yiğidin kamçısıdır diyerek Kıbrıs’ta nasıl tazminatları tıkır tıkır ödüyorsak, ödemeye çalışacağız. Bu sefer adamlar bu tazminat parayla değil, toprakla ödenecek deyip 3ncü T’yi devreye sokacaklar.

Ondan sonrası, Ermenilerin ata toprağımız dediği ve Ermenistan’daki ilköğretim haritalarına konan Türkiye’deki 12 ilin istenmesine sıra gelecek.

Bu 12 il arasında Kars’da var.

İşin ilginç tarafı Ermeniler Kars topraklarını, özellikle Kars yakınlarındaki Ani ören yerini tarihi Ermenistan başkenti olarak görürken; Karslılar, yıllardır Ermenistan’la aramızdaki Akyaka sınır kapısının açılıp, bölge ekonomisinin canlanması için imza topluyorlar, gazetelere demeç veriyorlar, hükümete baskı yapıyorlar, festivaller düzenliyorlar. Merak etmesinler, böyle giderse yakın zamanda sınır kapısı da açılır, hatta…

●●●●●

International Herald Tribune Gazetesi'nde 9 Aralık 2004 tarihinde "Genç Ermenilere Vaadedilen Topraklar" başlığı altında ilginç bir makale yayınlandı. Makalede, Ermenistan’da yaşayan bir Ermeni öğrencinin: "Kutsal Ararat dağı tamamen Ermenistan’a ait olmadıkça kendimi Ermeni saymayacağım" şeklindeki ifadesine yer verildi. Hani her iki Cumhurbaşkanının tablosu altında oturup dostluk söylevi çektiği Ağrı Dağı var ya, işte o kutsal dağ…

Başka söze gerek yok. Biz dostluk hayalleri kurmaya devam edelim…

●●●●●

Ben bunları düşünürken, maç 2-0 Türkiye’nin lehine mi, 1-0 Ermenistan lehine mi bitti, pek anlayamadım.

Sedat ONAR

Ermenistan-Türkiye Maçı Notları-2

Din ile ırkı dünyada Yahudilerden sonra en iyi birleştirebilen millet bence Ermenilerdir.

Yahudiler, devletsiz geçen yüzlerce yıllık süreç boyunca nasıl Tevrat’a ve dolayısıyla Museviliğe sığınarak kimliklerini korudularsa; Ermeniler için de İncil ve Ermenilik benzer sığınak işlevi görmüştür.

Yahudiler, yüzlerce yıl boyunca her dua ettikten sonra bizim “Amin” dememiz gibi “Gelecek yıl Siyon’da buluşalım” diyerek, Kudüs’teki Siyon Dağını milli hedeflerine koymuşlar ve bu milli hedefi ele geçirmek için adına Siyonizm denen bir siyasi ideoloji geliştirmişlerdir. Nihayetinde Siyonizm ideolojisi yıllarca metanet ve sabırla işlenerek 1948 yılında İsrail Devletini kurmuşlardır.

Ermeniler için de benzer durum söz konusudur. Yahudilerin Siyon Dağı gibi Ermeniler için de bizim Ağrı Dağı kutsallık atfedilen mistik bir dağdır. Ermeniler Ağrı Dağı’na Ararat diyorlar. Hıristiyanlık ile Ermeniliği harmanlayan Ermeniler Ağrı Dağı’nı siyasi hedef olarak önlerine koymuş, Ermenilerin dünya yüzünde yaşayabilmesinin Ararat’la olabileceğine inanmışlardır.

Yahudiler için Siyonizm Yahudi devleti kurarak, siyasi hedeflere ulaşmaksa; Ermeniler için de Ararat, Ermeni ulusunun doğduğu ve büyük Ermenistan’ın kalbinin attığı bir yerdir.

Ararat’la sembolleşen ve nihai hedefinin Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan ve İran’daki tarihsel olarak Ermenilere ait olduğunu iddia ettikleri toprakların tekrar geri kazanılması olan ideolojiye Ermeniler Araratizm demişler. Yani Büyük Ermenistan hayalinin siyasi dildeki adı Araratizm’dir. Bizim dilimize çevirirsek Ağrı Dağcılık gibi bir şey.

Ermenistan’da nereye gitseniz Ararat adına rastlarsınız. Ermenistan devlet armasından, Cumhurbaşkanlığı forsuna; kanyakların üzerindeki etiketlerden, maden suyu amblemlerine; tekerlek jantlarındaki markalardan, reçel markalarına; otel isimlerinden, futbol takımı isimlerine kadar her yerde Ararat vardır.

Dünyanın hiçbir ülkesi yoktur ki kendi toprakları dışındaki coğrafi bir yeri kendine milli sembol yapıp, ulaşmak istediği milli hedefleri arasına koysun.

Ee, adamlar ne yapsın bizden ses yok. Onlar yüklendikçe biz taviz verir durumdayız, o zaman Ararat adını da pek ala kullanırlar.

Biz Ermenistan’daki Sevan Gölünü milli bir amblemimizin üzerine koyalım bakalım, adamlar anında dünyayı ayağa kaldırır, bizi ters köşeye yatırırlar.

Tabi, bütün bunlar, bir anda veya Cumhurbaşkanının maç seyretmek için Erivan’a gitmesi ile olmadı.

Biz dostluk adına salakça tavizler verdikçe, onlar bir adım daha öne yanaştı.

Adamların yetkilileri Sovyet döneminden bu yana Türkiye-Ermenistan sınırını belirleyen 1921 Kars Anlaşmasını tanımadıklarını ve kendilerinin gerçek sınırlarının bu olmadığını bas bas bağırırken, bizimkiler kulaklarını tıkadı. Daha doğrusu tıkamadı biz o sıralar “Sarı gelin” türküsünü dinleyip, “Salkım Hanımın Taneleri” filmiyle hüzünleniyorduk.

Böyleyiz işte…

Bir taraftan Dağlık Karabağ’da Ermenilerin yaptığı Hocalı katliamını Ermeni kökenli bir Lübnanlı gazeteci dünyaya duyurmak için uğraşırken; Harbiye Açık Hava’da Yavuz Bingöl’le Civan Gasparyan dostluk türküleri söylüyor; hayatları boyunca Türk türkülerinden rahatsızlık duymuş sosyetik kodoşlar hiç anlamadıkları Ermenice türküler hakkında derin sosyolojik analizler yapıyorlardı.

Makaleye nasıl olsa yarın da devam ederiz. Makalemizin esası ile pek ilgisi olmasa dahi, Hocalar soykırımı konusunu incelerken internette beni çok sarsan birkaç doküman buldum. Sizlerle paylaşmak istedim.

Bize soykırımcı deyip suçlayan insanların 20nci yüzyılın son günlerinde kendi yaptıkları vahşeti en iyi anlatan tanıkların beyanları ile kapatalım.

Hocalı soykırımına tanıklık eden bu konuda Haçın Hatırı isimli kitabı yazan Ermeni kökenli Lübnanlı gazeteci Davut Heyriyan:

“Kapan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hálá yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için savaşa devam ettiler.”

Fransız televizyonu adına Karabağ’daki soykırımı görmeye giden Jan-iv Yunet:

“Biz hocalı katliamının şahidi olmuşuz. Yüzlerce ceset gördük. Onların arasında kadınlar, çocuklar yaşlılar ve hocalıyı müdafaaya çalışan adamlar vardı. Bizim emrimize helikopter verildi. Havalanarak görüldüklerimizi kaydetmeye başladık. Ermeniler helikopterimize ateş açtılar ve biz zorunlu olarak çekimi yarım bırakıp geri döndük. Ben savaş hakkında çok şey duydum Alman faşistlerinin gaddarlıkları hakkında kitaplar okudum. Ancak Ermeniler masum ahaliyi ve hatta 5-6 yaşındaki çocukları öldürmekle vahşette onları geride bırakmıştır. Biz hastanede vagonlarda hatta çocuk bahçelerinde ve sınıflarda çok sayıda yaralı, başları kesilmiş cesetler gördük.”

İşte bu katliam emrini veren geçen gün Ermenistan-Türkiye milli maçında bizim Cumhurbaşkanımızın yanında oturan Serj Sarkisyan’dı.

Bizde kavga gürültü istemiyoruz ama soydaşımızı katleden adamla da dost olmak istemiyoruz. Bir de Sarkisyan televizyonlara çıkıp:

“Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Gül uzattığım eli havada bırakmadı” derken kim bilir aklından neler geçiyordu?

Bizim Cumhurbaşkanımız da karşılık olarak verdiği beyanatta: “Sorunları ertelemeyip çözeceğini ve Sayın Sarkisyan’ı Ankara’ya davet ettiğini” bildirmiş.

O zaman, tamam. Sorunların çözümü diyorsak, ilk Hocalı soykırımı emrini veren Sarkisyan’ı yargılamaktan başlayalım…Gerisi hallolur…



Sedat ONAR

Ermenistan-Türkiye Maçı Notları-1

Ermenistan-Türkiye Maçı Notları-1


Dünkü Ermenistan-Türkiye Milli maçını seyrederken, birden aklıma 13ncü yüzyıldaki Anadolu’daki Moğol istilası geldi.

Bana göre Türklere en büyük kıyımlardan birini Moğollar yapmış. Diğer yandan da, her şerde bir hayır vardır meselinde olduğu gibi, bu kıyımlar Anadolu’nun Türkleşmesine katkıda bulunmuş. Orta Asya ve Kafkaslardaki Türk boylarını önlerine katarak Anadolu’ya kadar gelmelerini sağlamışlar.

Moğol istilası döneminde Anadolu’da kılıçtan geçmeyen köy kasaba kalmamış.

Ama bu gün tarih kitaplarında Cengiz Han’ın, Timur’un bizim de atamız olduğunu, Moğollarla akraba topluluklar olduğunu okur dururuz. Bir Moğol gördüğümüzde sevgi ve merhametle yaklaşırız. Ama tarihsel sürece baktığınızda zamanındaki en büyük düşmanlarımız Moğollarmış.

Anadolu’ya yerleşmemizle birlikte bu sefer başımıza Ruslar bela olmuş. Onlar sıcak denizlere kapı açmak istemiş, biz karşılarında durmuşuz; nihayetinde bir tarihçimizin hesaplamalarına göre Ruslarla yaptığımız savaşları üst üste ekleyince 53 yıl boyunca geceli gündüzlü savaşmışız.

Bugün Ruslarla da iyi komşuluk ilişkilerini bir kenara bırakın resmen akraba topluluk olmuşuz. Karadeniz’in neredeyse yarısı güzel Rus kızlarıyla evlenmiş, diğer yarısı da evlenmeye çalışıyor. Belki de inanmazsınız, Afyon’un en ücra köyünde bile Rus gelinimiz var.

Söyleyeceğim, milletler arası ilelebet dostluk ve düşmanlıklar olmuyor. Dönem dönem sevişip, dönem dönem savaşıyoruz. Tarihsel diyalektiğin kısır döngüsü belki de.

Rahmetli Ecevit bile 1947 yılında Londra’da yaşarken“sıla derdine düşünce anlarsın Yunanlıyla kardeş olduğunu” mısralarını yazmış, 1974 yılında da Kıbrıs’ta Yunanlıları perişan etmiş. Böyle acayip bir durum işte…

Ermenilerle de durum farklı değil. Osmanlı döneminde saray erkanı Türklere “etrak-ı bi idrak”, yani anlayışsız-idraksiz Türk derken, Ermenilere “millet-i sıdıka” yani sadık millet sıfatını vermiş ve Osmanlı devlet yönetiminde Ermenilere Türklerden daha fazla yer vermiş.

Daha sonra bir anda kanlı bıçaklı olmuşuz.

Şimdi Cumhurbaşkanımızın bundan 10 yıl önce Ermeniler ile ilgili söylediklerinin hilafında hareket etmesi eleştiri konusu oluyor. Ben de eleştiriyorum. Ama on yıl sonra bugün yazdıklarımıza baktığımızda “acaba geçmişte hata mı etmişiz” gibi bir duygu içinde olacağımıza dair içimde tereddüt var.

Elbette Ermenilerle aramızdaki bu kin bir süre daha devam edecek, ilelebet sürecek hali yok. Belki de bugün dost olduklarımızla ileride düşman olacağız. Bilemem.

Ancak Cumhurbaşkanımızın son Ermenistan ziyareti için uygun ortam var mıydı, bunu sorgulamak lazım…

Ermenistan futbol federasyonunun takım armalarındaki Ağrı dağı figürünü çıkararak yerine aslan ve kartaldan oluşan armayı kullanmaya başlamasını Türklere yapılan bir jest olarak gören zihniyet bir anda Ermenilerle Türkler arasında sonsuza dek sürecek bir dostluk başladığını söylemeye başladılar.

Aslında Ermeniler armalarını değiştirmekle jest falan yapmadılar. Hatta daha derin bir anlamı olan bir armayı bize jest yaparmış gibi sunarak gözümüzü boyadılar.

Ermenistan Futbol Federasyonunun yeni arması aslında Ermenilerin tarihi devlet armasıdır. Gerçekte ortasında beş farklı kalkan içinde tarihteki Ermeni hanedanlarını gösterir. Beş kalkanın en ortasındaki kalkanın içinde Ağrı Dağı ve bu dağın üzerine oturmuş durumda Nuh’un gemisi figürü vardır. Ermeniler böylece kendilerinin soyunun Nuh’a dayandığını, Ermeni ulusunun doğum yerinin Ağrı Dağı olduğunu devlet armalarında da göstermişlerdir.

Biz Türk Ulusunun doğum destanı olan Ergenekon’u Türkiye Futbol Federasyonunun armasında gösterelim bakalım, kıyamet kopuyor mu, kopmuyor mu? Her şeyden önce bu armaya Ermeniler değil, bizim Türkler karşı çıkıp muhalefet eder.

Hatta federasyon başkanını bile Ergenekoncu diye içeri atmaya kalkarlar…

Bir sonraki makalemiz aynı konunun devamı niteliğinde, bu ziyaretin sonu nereye varır? Bunu incelemeye çalışacağız…


Sedat ONAR

Millet(!) İntihar Bombacısını Anarken

Bookmark Post in Technorati



Yıl 1992…

Hasbelkader kaza yapıp, yaralandınız ve sizi Malatya Devlet Hastanesine kaldırdılar. Acildeki doktor ilk müdahaleyi yaptı. Hemen röntgene sevk ederek, röntgeninizi çektirmek istedi. Röntgen girişinde sizi ufak tefek kıvırcık siyah saçlı, minyon tipli genç bir kız röntgen tekniksiyeni karşılayacaktı. Kim bilir, sizi o halde görünce içi ne kadar acıyacak ve şifa bulmanız için gayret sarf edecekti. Çalıştığı dönemlerde belki de binlerce biçare insanın sağlığına kavuşması için ter döküp endişe etmişti. O insanlık sanatlarında ölümü değil, yaşamı kurtarmayı meslek olarak seçmişti. Kurtarılan her beden, her can O’nun mesleğine olan bağlılığını arttırıyor, insanlara olan sevgisini çoğaltıyordu.

1994 yılına kadar bu böyle sürdü. 1994 yılında PKK ile tanıştı. Tanışması ve dönüşmesi kısa oldu. Örgüt, içindeki insan sevgisini boşaltarak, nefret ve kinle doldurdu. Kısa sürede insana can vermeyi değil, insanların canını almayı arzular hale geldi. 1995 yılında Tunceli kırsalında elinde silahla, daha düne kadar röntgenini çekip, sağlığına kavuşması için dua ettiği Mehmetçiğe kurşun sıkmaya başladı. Cana can katmayı bitirmiş ve candan can almayı ülkü olarak benimsemişti. Hatta örgütün O’na öğrettiği şekilde; ailesiyle bile, feodal etkiler taşıdığı, küçük Kemalist burjuva özellikleri taşıdığı için ilişkisini kesmişti.

Ne olmuştu da, bu 23 yaşında evlilik hayalleri kuran genç kız dağın zor ve çileli şartlarını tercih etmişti? Ailesinin bunca yılda veremediği ne vardı ki, örgüt ailesinin veremediğini vermişti?

Aslında örgüt O’na korku ve nefreti öğretmişti…

Bu kızın adı Zeynep Kınacı’ydı. Ama örgüttekiler O’nu, örgütün ona verdiği Zilan kod adı ile tanıyordu. Zilan ilk önceleri gençlik heyecanı ile örgütte ayak uydurmaya çalışmıştı. Ancak, aradan daha 6 ay geçmeden dağ şartlarını taşıyamaz hale gelmiş ve bunun üzerine gözünde büyüttüğü örgütün kendinde yarattığı hayal kırıklıkları örgütle olan bağını zayıflatmıştı. Hatta, 1995 yılının Mart ayında Ovacık-Tunceli yolunda 18 askerin pusuya düşürülerek şehit edilmesi eyleminden sonra kendi kendini daha fazla sorgulamaya başladı.

Terör örgütünde derin düşüncelere dalmaya başlayanların, kaçacağı endişesi hakimdir. Bu tür derin düşüncelere dalanları ve eylem aşamalarında tereddüt gösterenlerin karşısına üç sonuç çıkar. Birincisi uygulama denilen kapalı bir yerde hapsedilerek yapılan işkence seansları, ikincisi özeleştiri verdirip örgüt adına feda eylemi yapması, üçüncüsü de kalaşnikov’un namlusundan çıkan 25 gram ağırlığındaki bir kurşundur. Dile benden ne dilersen taktiği.

PKK terör örgütünün o zamanki sözde Dersim (=Tunceli)eyalet sorumlusu Kazım kod adlı Hamili Yıldırım da Zeynep Kınacı’nın önüne bu seçeneği koydu. Bir taşla üç kuş vurmak istiyordu. Böylece, Zeynep enterne edilerek bir eylemde harcanacak, düşman kabul edilen Türk Ordusunun bunaltan operasyonlarının intikamı alınacak, Tunceli bölgesinde PKK terör örgütünün ayakta kaldığı mesajı verilecekti.

Nitekim Hamili Yıldırım tarafından Zeynep Kınacı’nın önüne bu seçenekler konulunca kendine en uygun alternatifi seçti. İntihar bombacısı olacaktı. PKK’nın örgütsel gelişimi içinde ilk defa ciddi bir intihar eyleminde bulunanın PKK’nın terör eylemleri kronolojisinde yer alması kaçınılmazdı. Ayrıca Milli Piyangodan çıkan amorti gibi, bu intihar eylemcisi ölürse tarihte yerini alması kadar, kadın eylemciler arasında da haklı bir üne kavuşacaktı.

Zeynep, fazla duraksamadan kararını verdi. O’na patlayıcı maddeler konusunda pek fazla bir eğitim de vermediler. Nasıl olsa TNT fabrikasında kalite kontrol mühendisi olarak çalışmayacaktı ya.

30 Haziran 1996, Pazar.

Tunceli şehir merkezinde sıradan bir Pazar günü. Her ilde olduğu gibi Garnizon Komutanlığı bayrak töreni yapacak. Garnizon Bandosu ve Tören Kıt’ası tören alanında yerini almış, o gün İstiklal Marşı okunarak, bayrak indirilecek. Ancak her zamanki törenlerden yegane farkı töre alanı ve civarında vatandaşlardan kimse yok.

Saat 17:30.

Cumhuriyet Meydanı’na doğru yavaş adımlarla ilerleyen Zeynep Kınacı aslında bir çok insan tarafından normal karşılanmayacak bir ürkeklik ve tedirginlik içinde. Yaz mevsimi olmasına rağmen üzerinde mavi bir anorakla vücuduna bağladığı TNT kalıplarını ve bunlara paralel bağlanmış 5 el bombasını kamufle ederek tören birliğine yanaşmak istiyor.

Garnizon bandosu biraz sonra yapılacak bayrak indirme törenine konsantre olmuş, bekliyor, gelen kadına dikkat eden yok. Çevrede emniyet nöbeti tutan inzibatlar başı öne eğik olarak yanlarından geçen kadına dikkat etmiyor. Hepsi saçı sakalı birbirine karışmış, pis kokulu bir terörist bekliyor.

Türkiye’de bir ilk o gün oluyor. Zeynep Kınacı bandonun bulunduğu kaldırımın kenarına kadar yanaşıyor. Tören birliğinin askerlerinin yanına gidip gitmeme tereddüdü yaşıyor. Birbirine paralel bağlanmış, 4 tahrip kalıbıyla, 5 el bombasını ateşliyor.

Olayda, 4’ü bandocu astsubay, 4’ü bandocu er toplam 8 askerimiz parçalanarak şehit düşüyor. 29 askerimiz yaralanıyor.

Ardından ne mi oluyor?

Daha askerlerimizin kanı kurumadan bu meydanda İnsan Hakları Anıtı adı altında bir anıt açılıyor. Anıtın bir yüzünde çember içinde bir kadın rölyefi bulunmaktadır. Bütün herkes bilir ki bu rölyef tıpatıp Zeynep Kınacı’ya benzemektedir. Benzemeyi bir kenara bırakın bizzat Zeynep Kınacı’yı temsil etmektedir.

Bizim şehit olan askerlerimizi yad eden veya anıtlaştırmaya çalışan yok.

Tunceli’de her yıl İnsan Hakları gününde bu anıta gidilip saygı duruşunda bulunulur. Tabi bizim bandocu şehitlerimizin hakları için değil…

Hatta, bundan da ötesi, geçen yıl Tunceli Belediye Başkanı Kadına Yönelik Şiddete Karşı Ulusal Mücadele Günü’nde bir basın açıklaması yaptı. Başkan dedi ki: Zeynep Kınacı Kadın Özgürlük Mücadelesi’nin bir sembolüdür!

Bu yetmedi. Bu yılda PKK’nın talimatıyla Zeynep Kınacı için:

PKK’nın kadın kolu olan YJA Star bir anma bildirisi yayımladı, Zeynep Kınacı’yı anmak için DTP Siirt İl Başkanlığınca anma töreni düzenlendi.

Ya, biz ne yaptık? Akşama kadar bekledim, belki birisi bir şeyler yapar diye...

Adam Türk askerini şehit eden bir katili anarak vefasını gösterirken, bizim bu olayda şehit olanlara zerre kadar minnet borcumuz yokmuş gibi davranmak ağrıma gidiyor…

Tunceli’de bir tane askeri birliğimizde mi yok? Niye her sene 30 Haziran’da Tunceli Cumhuriyet Alanı’nda katliam şehitlerimizi anamıyoruz? Devletin ödenek vermesi mi gerkiyor? Yoksa intihar bombacısı katili lanetlerken bazı vatandaşlarımızın kırılacağı endişesi mi taşıyoruz?

Veyahut hiç aklıma getirmek istemiyorum ama 30 Haziran 1996’yı unuttuk mu?

Son olarak bazı DTP’lilere seslenmek istiyorum…

Askerimizi şehit eden katilleri anarak bizi tahrik etmeyi düşünüyorsanız, merak etmeyin bir şey olmaz. Nasıl Zeynep Kınacı için Tunceli şehir merkezine anıt diktiğinizde kimsenin sesi çıkmadıysa yine çıkmaz. Devletin valisi, Komutanı nasıl olsa hukuk içinde davranacak…

Ancak koskoca bir Türk Milletinden de intihar bombacısı çıkması için uğraş veriyorsanız, bilelim… Zira Kıbrıs Barış harekatında Beşparmak Dağlarındaki Rumlara ait asansörlü makineli tüfek mevzilerinin nasıl tahrip edildiğini bilmediğiniz için, böyle düşünebilirsiniz… Yalnız Kıbrıs Savaşını bir kez daha okumanızı tavsiye ederim.

Zeynep Kınacı tarafından 30 Haziran 1996 tarihinde katledilen astsubaylarımız Önder Yağmur’u, Cafer Akınca’yı, Hakan Akyar’ı, Ali Alıç’ı; erlerimiz Ahmet Yayman’ı, Yusuf Yıldırım’ı, İbrahim Sever’i, Celal Hatıl’ı ben anmadan geçemiyorum. Her 30 Haziran’da da anacağım...

Ekonomik Krizin Faturası Kiminmiş?

Ekonomik Krizin Faturası Kiminmiş?


Bugün bir iş vesilesiyle araçla seyahat ediyordum. Radyoyu açtım. O bölgede çeken tek radyo olan Kral FM’i dinlemeye başladım. Eğlenceli bir program vardı. Program formatına göre, dinleyiciler telefonda 30 saniye içinde şayet Başbakan olurlarsa, ülke için neler yapacaklarını söylüyorlardı.

Dinleyicilerden biri programa bağlandı. Sesindeki hiddet diğer katılımcılardan farklıydı. İlk önce inşaatlarda günlük yevmiye ile geçimini sağladığını söyledikten sonra; çok büyük bir ekonomik kriz olduğunu; bunun sebebinin de türban kararını iptal eden Anayasa Mahkemesinin 11 Yargıcı olduğunu; artık Türkiye’de seçimlere gerek olmadığını, zaten seçim yapılsa da Anayasa Mahkemesinin milletin iradesinin iktidarda olmasına müsaade etmeyeceğini vurguladı. En önemlisi de, halkın aç kalmasına neden olan bu yargıçların vebal altında olduğunu, bu yargıçların Atatürkçü olmalarından dolayı böyle bir felaketi istediklerini kalpten gelerek söyledi.

Belli ki söylediklerine inanıyordu. O’nun için doğru, yalan fark etmezdi. Kafasına yerleştirilen slogan “türbanın iptalinin, ekonomik krize neden olduğuydu.” Demek ki yarın çoluk çocuğuna ekmek götüremez olursa, bunun tek “gerçek” nedeni Anayasa Mahkemesiydi.

Şimdi, bu adama kardeşim, bak Fransa’da da, İngiltere’de de türbanın kamu kurumlarına girişi yasaklandı, oralarda niçin bir ekonomik kriz olmadı, desen, adam seni iplemez. İnanmış çünkü. Kafasında tek doğru var.

Avrupa Birliği’ne girmemiz için Kopenhag Kriterleri’ni Anayasa Mahkemesi mi uyguluyor?

Türkiye’yi sömürge durumuna düşüren ekonomik, siyasal, hukuki anlaşmaları tek yanlı olarak Anayasa Mahkemesi mi imzaladı?

Bankaların, iletişimin, ulaşımın, enerjinin, doğal kaynakların sadece 2 yıllık karı fiyatına yabancı sermayeye satılarak, devletin iyi-kötü elde ettiği gelirleri Anayasa Mahkemesi mi iç etti?

Nerede son iki yıllık özelleştirmelerden elde edilen 25 milyar dolar? Anayasa Mahkemesinin kasasında da, bizim haberimiz mi yok?

Atatürkçüler Avrupa Birliği ile eşit ölçülerde, eşit haklarda katılımı savunurken, daha tam üyelik müzakereleri başlamadan tam bir sömürge anlaşması olan Gümrük Birliği anlaşmasını Yargıçlar mı imzaladı?

Atatürkçüler tam bağımsızlık, tüm vatandaşları kucaklayan sosyal devlet diye yırtınırken, yıllardır devam eden tarım destekleme politikalarını Yunan, Alman, İtalyan çiftçisi lehine Atatürkçüler mi çevirdi?

Siz neden bahsediyorsunuz hemşehrim? Avrupa Birliği ile müzakereleri yürüten Dışişleri Bakanımızın yapacağı konuşma öncesinde Avrupa Birliği Parlamento salonuna Türkiye’nin kırmızı bültenle aradığı Gülabi Dere’yi rahmetli dedem mi soktu? Aynı gün Dışişleri Bakanımız görüşmeleri askıya alıp da, uçağa atlayıp Türkiye’ye mi döndü?

Yabancı sermaye giriyor diye göbek atıp, yabancı sermayenin yurt dışına çıkarmaya başladığı euroları, dolarları Türkiye ekonomisi yükselişe geçti diye kamuoyuna açıklayanlar Anayasa Mahkemesi raportörü mü?

Diye soru sorsan adam anlamaz. İzanı yetmez.
Gerçi, güldürmeyin, adamı… Bu kafada olanlara Profesör Erol Manisalı’yı da getirip anlattırsan nafile. Adamın kafası yoğun bir propaganda bombardımanı altında.

Açlığın, sefaletin, krizin tek sebebi artık Anayasa Mahkemesi!...

Ülkeyi yabancılara peşkeş çekenler Atatürkçüler!...

Eskiden Cumhuriyetin kurucularına bir minnet duygusu vardı. Bize haysiyetimizi geri kazandıranlara, onurumuzu dimdik ayakta tutanlara, bizi bu yurdu hediye edenlere şükran borcumuz vardı. Daha ödeyemeden, ihanet odakları bunlara saldırmaya başladı.

Bekleyelim bakalım. Esas Temmuz ayında gelecek olan ekonomik krizin faturasını kime çıkaracaklar? Ben şimdiden söyleyeyim adres belli: Anayasa Mahkemesi…

Sinirlendim. Programın tamamını dinlemeden, radyoyu kapattım. Ekonomik krizin faturasını Atatürkçülere ve Anayasa Mahkemesine çıkarmaya çalışan angut için ağzımdan tek kelime çıktı.

Yuh be öküz….



(Yazılarımıza kısa bir süre ara vermiştik. Gerçekten de vaktimiz yoktu. Hele hele bir günde iki yazı yazacak durumda değildik. Ne yapalım?.. Kusura bakmayın ama öküzün teki cüret edip Atatürk’e saldırırsa kendimi tutamadım. Birkaç gün yazı yazmayıp, sinirimin yatışmasını bekleyeceğim.)


Sedat Onar

1 Mart Dünya Ölüler Günü

Zincirlikuyu Mezarlığı giriş takında büyük harflerle yazılmış “Her canlı ölümü tadacaktır” ayeti yoldan geçen herkesin ayaklarını yerden kesip, kafa tasına balyoz gibi iner. Özellikle mezarlığa ziyaret veya cenaze merasimi nedeniyle geleni daha da çarpar. En metaryalist adamın bile vay be eninde sonunda biz de nalları dikeceğiz diye düşünmesine yol açar.

Diyarbakır’da kendilerine Demokrasi Platformu adını veren; her ne hikmetse PKK’nın silahlı eylemlerine gık çıkarmayıp, demokrasi mücadelesi gören; Ordumuzun PKK’ya şamar vurmasını da demokrasiye aykırı görüp, kınayan bu platform 1 Mart günü Diyarbakır Orduevi önünde gösteri yapmış. Ama ne gösteri... Başta platform üyeleri olmak üzere basın açıklamasına katılan kim varsa, ki bunlardan büyük bir bölümü çocukmuş, hepsi üzerlerine kefen giyerek Kuzey Irak’a yapılan operasyonları protesto etmişler!.

Ben böyle renkli gösterilere bayılırım...

Bir zamanlar da İstanbul’da gay ve lezbiyenler renkli kılıklarla benzer protesto gösterileri yapıp, polisin Beyoğlu ve Cihangir’de yaptığı kara harekatını protesto etmişlerdi. Aynı şekilde mezarda emekliliği protesto eden memurların Ankara’daki eylemi böyle eğlenceli geçmişti. Ben de : “Ya ülkemizde ne renkli tipler var. Hiç olmazsa kavgasız gürültüsüz eylem yapıp seslerini daha güzel duyuruyorlar” demiştim.

Ama Diyarbakır’daki eylemde aksesuarlarda eksiklikler hemen göze çarpıyor. Madem ölen teröristleri betimlemek istiyorsun, sadece kefen olayın kurgusunun eksik kalmasına yol açar. Mümkünse kefen giyen arkadaşların eline birer kalaşnikof oyuncağı, her 10 kefenliden birine RPG-7 roketatar modeli vereceksin ki anlatmak istediğinden millet bir şeyler anlasın. Ayrıca basın açıklamasının yeri de uygun değil. Zap kampını çağrıştırsın diye basın açıklamasını da Dicle Nehri kenarında yapıp, hafif tümsek bir yere de PKK uçaksavarlarını andıran kalın su borularından bataryalar koyarsan efekt dalında Oskar’ı bile alırsın.

Ben bu eksikliklere rağmen protestoyu beğendim. Hele kefen giyen bir vatandaş vardı, görecektiniz. Ufacık suratında palamut balığı gibi duran bıyıkları ile sessiz sinema dönemindeki Buster Keaton’un bıyıksız halini andırıyordu. Adamı kenara çekip röporaj yapmaya kalksan ve “Kardeşim sen ne halt yiyorsun? Bu yaptığınla neyi anlatmak istiyorsun? diye sorsan, inanın gak guk demekten başka ağzından laf alamazsınız.

Ölüm olayını Meksikalılar o kadar fazla kutsamış ve seramoni haline getirmişlerdir ki, her sene “Dia de los muertos” yani “Ölüler Günü” adı altında çeşitli törenler düzenlerler. Törenleri en ince ayrıntıyı atlamadan müthiş bir hazırlık süreci sonunda yapılır. Ne yapalım, bu tip atraksiyonları bile layıkıyla yapamıyoruz! Hazırlıklar her zaman eksik...

Diyarbakır’da bir de Amerikalı yönetmen John Carpenter eksikti. Malumunuz bu ölüler günü meselesini sinemaya en iyi aktaran ve aşağı yukarı her filminde bundan bahseden John Carpenter’dir. O’da hazır olsaydı, arkadaşların kefenli protestosu daha anlamlı olur ve uluslar arası hale gelebilirdi.

Ayrıca mizansene mezara girme olayını da eklemelerinde fayda var. Mümkünse benim gördüğüm posbıyıklı arkadaşı bu rolde kullanabilirler. Yeterki mezarı sembolize eden eski bir buzdolabı bulunur ve bu arkadaş içine yatırılarak üzerine temsili dokuz tahta çakılır, olur biter.

Bir de anlayamadığım bizim kara operasyonu 21 Şubat’ta başladı, ama arkadaşlar bu ölüler günü kutlamasını niçin 1 Mart’ta yapıyorlar? İlk sene olduğu için aceleye gelmiştir. Önümüzdeki yıl hem “geleneksel” hale getirirler, hem de kendileri için anlamı olan bir günde kutlama yapmış olurlar. Yeter ki azgınlık yapmadan bu tarz mizansenlerle kutlamaya devam etsinler.

Tek bir sıkıntı kalıyor. O da bizim Silahlı Kuvvetler bundan sonra devamlı bu kamplara vurursa ve her seferinde de bu kadar terörist temizlenirse ölüler günü kutlamaları senenin bütün günlerine yayılır. Al başına o zaman belayı...



Önemli bir detayı unutuyorduk. Dinimize göre ölü kefenlenmeden önce abdest aldırılır ve ardından birkaç paket pamukla ölünün akıntılarını önlemek için pamuk tıkanır. Ancak bu detayı da Silahlı Kuvvetlerimizin Kuzey Irak’ta unuttuğunu sanmıyorum...



Sedat Onar

Körler ve Sağırlar Birbirini Ağırlar

Türk Ordusuna karşı bu ilk defa olmuyor. Yalnızca mecliste grubu bulunan muhalefet partilerinin el birliği ile iktidar yerine Silahlı Kuvvetleri muhatap alarak muhalefet yapması ilk defa oluyor…

Daha önceden de biliyorduk ki; Türkiye’de Cumhuriyet rejimine, demokratik parlamenter sisteme, daha da önemlisi Anadolu yarımadası üzerine sıkışıp kalmış bu ülke insanına karşı yıkıcısı, bölücüsü, şeriatçısı, haini, işbirlikçisi kısacası Kuvay-ı Zilliye takımı her zaman saldırmak için bir bahane bulurdu. Her zaman da karşılarında Silahlı Kuvvetlerimizi bulur, yıpratmak için gösterdikleri çabalar milletimizin nazarında bir anda yerle bir olurdu. Bunlar nihayetinde cürmü kadar yer yakarlar, daha öteye geçemezlerdi.

Ama bu sefer durum değişik… Türk siyasi hayatında önemli bir yeri olan CHP ve MHP gibi iki önemli siyasi parti Genelkurmay Başkanlığınca 4 Mart tarihinde yapılan Basın açıklamasına istinaden bir anda ortalığı gerdi.

Şimdi Genelkurmay Başkanlığı ne üzerine bu açıklamayı yapmıştı? Tam bizim kara harekatının “Zap etabının” bittiği gün ülkemizi ziyaret eden ABD Savunma Bakanının “Harekat kısa sürmelidir” beyanatı geri çekilme ile çakışınca siyasi partiler böyle bir geri çekilmenin onurumuzu zedelediğini bildirip, durumu protesto etmişlerdi.

Oysa, en azından DTP dışındaki siyasi parti liderlerine Genelkurmay Başkanlığınca harekat başladıktan sonra kısa bir bilgilendirme yapılsaydı; siyasi parti liderleri de geri çekilmenin, harekatın bu safhası için bittiğini anlayıp, ABD’nin etkisi ile yapılmadığını anlayacaklardı. O zaman daha farklı bir üslup kullanarak meseleyi sadece siyasi yönden ele alacaklar ve AKP hükümetini muhatap alıp, beyanatlarını buna göre vereceklerdi. Ancak kara harekatının bittiği gün siyasi parti liderleri geri çekilmenin ABD baskısıyla olduğunu peşinen kabul edip, Ordu’yu da ABD baskısına boyun eden muhatap olarak görmelerinden dolayı ipler birinci dakikada koptu. Ardından da bu kadar büyük bir başarıyı gölgeletmek istemeyen Silahlı Kuvvetler harekatın bu şekilde planlanmış olduğunu, ABD baskısıyla bir geri çekilme yaşanmadığını söylemek zorunda hissetti. Halbuki Başbakan yapılan eleştiriye kendi muhatap olup, gerekli cevabı verseydi, bu patırtı olmayacaktı. Ne yazık ki siyasi partilerin yaptığı açıklamaların satır aralarında ABD baskısının yanında sanki Silahlı Kuvvetlerimizin başarısız olduğunu ima eden cümleler bulunuyordu.

Yani Genelkurmay Başkanı buna cevap vermese miydi? Yok uluslararası teamüllerde bir Genelkurmay Başkanı siyasi partileri hedef alarak böyle açıklama yapamazmış. Genelkurmay Başkanımız söylediklerinde haksız mı? Diyor ki bu tip saldırılar Türk Silahlı Kuvvetlerinin mücadele azmine hainlerden daha fazla zarar vermektedir. Bunun diplomatik lisanda söylenişi nasıl olmalıdır? Ha, biraz daha yumuşak bir üslup kullanılabilirdi. O, ayrı. Keşke böyle olmasaydı…

Aslında her iki siyasi partinin görüşü de Silahlı Kuvvetlerin görüşünden farklı değil: Kuzey ırak’taki PKK varlığı bitirilene kadar operasyona devam edilmelidir. Ama bir bardak suda kopan fırtınaya bakın… Herkes aynı sözü söylüyor, kimse birbirini anlamıyor. Adeta körler ve sağırlar diyaloğu…

ABD’den izin alınarak Irak’a girerken, anlık istihbarat alacağız diye ABD’ye yanaşırken bu kadar gürültü çıkmamıştı.

Bakın PKK ve onun meclisteki uzantısı DTP’ye. Adamlar bu kadar büyük bir darbe yemelerine rağmen bizim kısır çekişmelerimiz nedeniyle düğün bayram yapıyor; fırsattan istifade hakaret etmedikleri ne Silahlı Kuvvetlerimiz, ne Meclisimiz kalıyor. Yandaşları ile hiçbir ülkede yapılamayacak tarzda haince eylemler yapıyor, buna doğru dürüst hiç bir siyasi partiden laf yok. Legal görünümdeki basın organlarında şehit olan askerimize dahi laf söyleniyor, küfür ediliyor, eli kanlı bebek katilleri övülerek göklere çıkarılıyor, biz hala biz hala kısır çekişmelerle uğraşıyoruz.

Hani rahmetli Attila İlhan’ın: “Türkiye’de %10’luk hain kontenjanı vardır ve bu kontenjan mütareke basını tarafından doldurulmuştur.” sözünde bahsettiği oran gerçekte daha mı yüksek ve sadece basını kapsamıyor mu?

Bakın biz tırı vırı işlerle uğraşırken, PKK, DTP ve yandaşları 8 Mart günü ortalığı ateşe vermek için hazırlık yapıyor, Barzani parlamentosundan “Bamerni, Batufa, Kanimasi ve Dilmentepe’de 1995 yılından beri bulunan Türk Askeri Üslerini” kapatma kararı bile aldı.

Yoksa, körler sağırlar birbirini ağırlarken, atı alan Üsküdar’ı geçmesin?.


Sedat Onar

Mağduriyetin Yolu Müdüriyete Gider

Sosyologlar ve deneyimli siyasetçilerin tecrübeleri ile sabittir ki, “Türk Halkı siyasette her zaman mağdurun yanındadır.”

Bu mağdur; ister zamanında silahlı eylemlere karışmış bir militan, isterse memleketi kamplara bölmüş bir Başbakan, isterse halkın parasını iç etmiş bir Belediye Başkanı olsun… Tepki hiç değişmez. Türk halkı mağdurun yanında… Hele bu mağdur mağduriyetini vatandaşlarımıza iyi pazarlayabilirse yanına alacağı vatandaş kitlesi de o kadar fazla olur.

İnsanlarımız geçmişte yapılan hataların ve kendine yapılan haksızlıkların üzerine sünger çeker, mağdur pozisyonunda olanın yardımına koşar.

Bu sefer de öyle olacak…

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Adalet ve Kalkınma Partisi için kapatmak, bazı AK Partili siyasetçiler için siyaseten yasak getirmek için dava açtı ya, bakın bundan sonraki kamuoyu yoklamalarına kim öne geçti? Bunları bir tarafa bırakın 22 temmuz seçimlerinde %47 oy alan AK Parti hemen bir ay içinde yeni bir seçim yapılsa acaba oyların % kaçını alır?

Vatandaşımız öyle ilimi-bilimi takmaz. Böyle kapatma davalarının iddianamesi, gerekçeleri onu kesmez. Tarafsız gözle olayı değerlendirmek isteyen veya AK Partinin kapatılmasına taraftar olanlardan bile acaba kaç kişi “Kapatma” davasına esas olan iddianameyi okudu? Ben söyleyeyim. Toplasan bir elin parmaklarını geçmez. Bunun yanında AKP taraftarı olup da iddianameyi bir hukukçu gözlüğü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut yasalarını göz önüne alarak değerlendiren insan var mı?

İşimiz, varsa yoksa olayları ideolojik bakış açımızdan yorumlamak ve sığ polemikler yapmak.

Kapatma davasını laik ve Atatürkçü bakış açısıyla değerlendirmeye çalışanların tamamı, iddianamede ne yazıldığını umuruna takmadan şiddetle AKP kapatılsın; bunlara karşı bakış açısıyla değerlendirenler ise “bu ne biçim memleket kardeşim, ağız tadıyla bir siyaset yapıp, ideolojimize ve siyasi hedeflerimize ulaşmak için idari düzenlemeler yapamayacak mıyız,fikirlerimizi söyleyemeyecek miyiz” diyerek AKP devam etsin diyor.

İyi de kardeşim, bir okuyun bakalım iddianameyi. Koskoca Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu davayı AKP’ye siyasi husumeti olduğu için mi açtı, yoksa hukuki gerekçeler oluştuğu için mi? Aynısı DTP’ye yapılırken hukuki oluyor da, AKP’ye yapılırken niye hukuki olamayıp, siyasi oluyor…

Eğer iddianamede yer alan hususlar davayı açmak için eksik bulunursa zaten Anayasa Mahkemesi kovuşturmaya yer olmadığı kararı verir, olayın siyasi yönü o zaman anlaşılır. Ortada olağanüstü dönemlere özgü tarafsızlığından kuşku duyacağımız bir mahkeme yok ki… Bekleyelim Anayasa Mahkemesi’nin kararını, ondan sonra kavgaya devam edelim.

Yalnız inkar edilemez bir gerçek var: Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşundan bu yana hiç bu kadar siyasileştirilmemişti. Bir tek Cumhuriyetin kuruluş yıllarında rejimi korumak ve ayakta tutarak; monarşiden Cumhuriyete geçişi sağlayabilmek için devlet kademeleri Cumhuriyetçi olarak siyasi davranmak zorundaydı.

Görüldüğü kadarıyla, hükümetlerce temsil edilen siyasi görüşlerden bağımsız ayrı bir varlık olarak tarafsız olmak zorunda olan devletin büyük bir bölümü şu anda AKP’nin parti kolları gibi çalışmaktadır. Devleti temsil etmesi gereken amirler, müdürler tarafsızlığını kaybetmiş ve AKP’nin siyasetçileri gibi çalışmakta. Bir tek Silahlı Kuvvetlerimiz Türkiye Cumhuriyeti Devletinin devlet olma sorumluluğuna yakışır bir vakarla davranmaktadır. O’nu da yıpratmak için içinde bazı resmi devlet kurumlarının da olduğu siyasi komplolar üretilmekte ve Ordumuza karşı psikolojik bir savaş yürütülmektedir.

Bütün bunlara rağmen, yaratılan mağduriyet görüntüsüyle AKP’nin hiç olamadığı şekilde kamuoyu desteğe kavuştuğunu inkar edemeyiz.

İGDAŞ skandalları, Bosna için toplanan paraların iç edilmesi şu anda vatandaşın unuttuğu hususlardır. Şu an mağduriyet rüzgarlarının estirilmesinde AKP’ye en büyük yardımı laik kesim yapmaktadır. Daha ortaya konan iddialar hukuki yönden kesinleştirilmeden laik kesim direkt olarak “AKP kapatılsın” diye bastırıyor. Böylece bu kesimdeki bazı saflarımız AKP’nin kapatılması ile şaşkoloza dönecek vatandaş oylarının kendi savundukları partiye kayacağını düşünüyor.

Kardeşim, hiçbir şeyden de ders alınmayacak mı? Demokrat Parti bir 1960’daki darbe ile kapatıldı ve patronu asıldı. Buna rağmen ilk genel seçimlerde halk kime iktidarı verdi. Bakınız Danıştay Başsavcısı olan gazeteci Emin Çölaşan’ın eşi Tansel Çölaşan son beyanatında, bir hukukçu olarak 1960 darbesini savunuyor ve diyor ki: “Kimse idam cezasını istemez ama o dönemde bunlar idam edildiğinde toplumsal bir coşku vardı.” Halkın kaçta kaçının bu coşkuya katıldığı idamları alkışladığı 1965 seçimlerinde ortaya çıkmadı mı? Menderes’i Türkiye’yi yoktan yere ABD’ye peşkeş çekmekten yargılayamadılar, etten püften don davası, bebek davası gibi konulardan yargılamaya çalıştılar. Neden? Yargılayanlar Amerikancı olursa, yargılama böyle kamera şakalarına döner.

Yapmayın, etmeyin...

Siyasi parti kapatma yerine; yasaları hiçe sayıp, vatandaşın ideolojik olarak ırzına geçen, Türkiye’yi kamplara bölen, insanımızın yararlanacağı kaynakları yabancılara peşkeş çeken, yıllarca bir bir emekle ayakta tutulan Cumhuriyetin değerlerini bir çırpıda yok etmeye çalışan siyasilerin yasal olarak icabına bakalım…


Sedat Onar

Nazım mı, Necip Fazıl mı?

Bookmark Post in Technorati


Türkiye yeni atılımlara, yeni açılımlara gebe. Türk insanı yeniden Cumhuriyetin etrafında kenetlenmeye ve Türkiye’nin değerlerine sahip çıkmaya başladı bile. Ancak bazı ön yargıları parçalamak hiç de kolay değildir. Aynen Einstein’ın dediği gibi: “Ön yargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur.”

Hayatı boyunca tek taraflı ideolojik doküman okumuş bir insana, farklı bir perspektif kabullendirmek, beğeni ve fikirlerini farklı bir görüş etrafında birleştirmek için ilk önce O’nun fikirlerini ve beğenilerini bilmek gerekir. Karşınızdakini tanımaya başladığınız anda ortak noktaların sanıldığından da çok olduğu görülecektir. İdeolojik bakış açınızla düşman olarak belirlediğiniz bireyin tanımanızla birlikte aslında ne kadar yakınınızda olduğunu göreceksiniz…

Sözün özü şu… Koskoca bir Türkiye, Nazım Hikmet’le Necip Fazıl Kısakürek arasına sıkışıp kalamaz. Her ikisini de sahiplenen, bu ikisinin dışında da bize ait her aydın, düşünce adamı ve sanatçıyı sahiplenmek zorundadır.

Nazım’ın tek şiirini okumadan O’na düşman kesilen, Necip Fazıl’ın bir mısrasını ezberlemeden O’na küfreden bir anlayış bizi nereye götürür? Tabii ki; fanatizme, basit militanlığa, boş kafa bağnazlığa götürür…

Bir zamanlar öyle değil miydi? Nazım’ı sevenler solcu, Necip Fazıl’ı sevenler sağcı…

Ya benim gönlüm her ikisini de sevmeyi gerektiriyorsa… Ben, Nazım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı’nda, Şeyh Bedrettin Destanı’nda veya Necip Fazıl’ın Sahte Kahramanlar’ında, Çile’sinde kendimden bir şeyler bulamaz mıyım? İkisini de sahiplenemez miyim?

Nazım Hikmet’i sahiplenmek için DHKP-C’ci, Necip Fazıl’ı sahiplenmek için İBDA-C’ci mi olmam gerekir? Her ikisi de cepheci… Karşı tarafa saldırmak için cephe içinde beklemekle geçer ömürleri. Benim cephelerde beklemeye tahammülüm yok. İstediğim şeklide gezip tozmam gerekiyor. İradem özgür. Bu nedenle daha kolay eleştirebilirim. Nazım Hikmet’in de, Necip Fazıl’ın da sevdiğim ve sevmediğim yönleri var. Ben sevdiğime sevmiyorum; sevmediğime de seviyorum diyemem ki..

Bütün bunlar bir yana her ikisi de bizim şairimiz değil mi? Bundan daha önemli ne olur? Her ikisi de yaşadıkları dönemde gördüğü aksaklıkları, insani aşkları, sefaleti, aymazlıkları şiirle anlattıkları için bizden sayılmazlar mı? İki büyük şair de bizi ve bizim insanımızı anlatmışlar. Her ikisi de yoksulluğa, sefalete ve ölümlere kurşun sıkmışlar. Karşılarındaki yel değirmenlerine kalemleriyle taarruz etmişler.

Ancak işin kolayına kaçanlar, birini kabullenirken diğerine küfretmek zorunda hissetmişler, kendilerini. Yakıp, yıkmayan, hepsi bizlere ait değerleri bizim içimizden geldiği gibi anlatmaya çalışan kelime ustaları bizim kültürümüzü gelecek nesillerle buluşturacak büyük insanlardır.

Yereli anlatırken evrenselin parçası olduğunu ortaya koydukları için Onlara şair deriz…

Bizim gibi insanların sayfalarca anlattıklarını bir mısrada anlattıkları için onlar şairdir…

Bizim içimizde olup da anlatamadıklarımızı, kelimeleri bir tuğla gibi kullanarak koskoca duygu sarayları yarattıkları için Onlara sahip çıkmamız gerekir.

Sevebilmek için her ikisini de okumak, her ikisini de anlamak gerekir. Her şeyden ziyade bizim şairlerimiz diye sahiplenmek ve bunlarla gurur duymak gerekir.

Sadece bu kadar mı?

Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Sunay Akın, Ataol Behramoğlu, Bedri Rahmi, Attila İlhan, Arif Nihat Asya, Sezai Karakoç, Yavuz Bülent Bakiler, Mehmet Akif Ersoy ve daha niceleri bizim varlığımıza bu topraklar üzerinde kelimeleriyle imza atan şairlerdir.

Mehmet Akif mi, Tevfik Fikret mi veya Mehmet Akif’in nesli Asım mı, Tevfik Fikret’in oğlu Haluk mu kısırlığından kurtulamadığımız sürece; ne bize ait değerleri yaşatabiliriz, ne de bu değerler hayatta iken kendilerini sevdiğimizi söyleyebiliriz.

İnsan oğlunun tarihsel hatıralarına baktığımızda, kimse tekerleği kimin icat ettiğini bilmez ama, Ksenefon’un Onbinlerin Dönüşü’nü, Yunus Emre’nin Ben Yürürüm Yane Yane’sini bilir…

Ama en favori şairlerim Şair Eşref’le, Neyzen Tevfik…

Şiir aşkı başkadır... Şairi şiiri için sevmek ve yüceltmek bizi de yüceltir…

3'ncü Viyana Kuşatması

Aslında 1932 ile 1968 yıllarında Portekiz’i yöneten Oliveira Salazar’ın faşist idaresini halka daha kolay kabullendirmek için ortaya koyduğu meşhur 3F formülünden bir F’si futbol. Diğerleri Portekiz arabeski kabul edilen Fado müziği ile eğlence anlamındaki fiestadır.

Başka bir faşist idare altındaki Portekiz’in sınır komşusu İspanya ise bu 3F formülü Flamenco, Futbol ve Fiesta olarak uygulanmış. İspanya Cumhuriyetçileri Franco’ya nazire olsun diye 3F’yi Franco, Futbol ve Faşizm olarak adlandırmış. Ama her şey değişse de değişmeyen tek F futbol kalmış.

Marksist ideolojiye göre futbol, egemen sınıfların işçi sınıfının uyanışını önlemek için ortaya attığı suni bir meşgale. Güya insanların zihni futbolla meşgul olursa, sağlıklı ve kendi kaderlerini belirleyici bir rol oynayamaz; kendine dayatılan bu kültür ürünü ile zihni ne kadar meşgul edilirse hakkını arayamayan bir andavala dönüşür diye bir teori ortaya atmışlar.

Zaten bizim derdimizde ne komünizm, ne faşizm… İnsan özgürlüklerini budamaktan ve insanlara acı ve göz yaşı vermekten başka bir halt yiyemeyen her iki ideolojiden de farklı bir şey bekleyemezdik. Birisi milleti inim inim inletmek için futbolu kullanıyor, diğeri de külliyen reddediyor.

Yok arkadaş, o kadar da değil…

Futbolu seviyorum diye hakkımdan da, hukukumdan da vazgeçmem.

Futbol bizim milletimiz için ayrı bir şey. Kah faşizmdeki gibi bizim günlük dertlerimizden bizi kısa süre de olsa uzaklaştırıyor, kah komünizmde ki gibi kısmi bir uyuşukluğa itiyor. Ama ne olursa olsun zevk ve heyecan veriyor. Hayata renk katıyor.

Ben futbol seyrederken hayat pahalılığını da, türbanı da, özelleştirmeyi de kısa süreliğine olsa düşünmem. Futbolu futbol olarak seyrederim. Kendi güçümle yapamayacağım her şeyin futbol aracılığı ile yapılması beni rahatlatır. İçindeki ezikliği, hayal kırıklıklarını, elemleri futbol sayesinde atarım.

Hele benim için Fenerbahçe’den önce gelen tek takım olan Milli Takım’ın galibiyetleri ayrı bir anlam taşır. Bana göre Kurtuluş Savaşındaki emperyalist işgale karşı direnen Kuvay-ı Milliye’dir Milli Takım…

Yunan’a Ege’yi dar eden Demircili Mehmet Efe’dir, Nihat Kahveci…

Atça ovasınında Yunan peşinde koşan Atçalı Kel Mehmet’tir, Arda Turan…

Konak meydanında ilk kurşunu atan Hasan Tahsin’dir, Servet Çetin…

Kadifekale’ye Türk bayrağını çeken Kaymakam Reşat Bey’dir, Volkan Demirel…

İzmir’e ilk giren süvarilerin komutanı Miralay Zeki bey’dir, Hamit Altıntop…

Yaralı halinle hastaneden kaçıp, Yunanla savaşırken şehit düşen Mülazım Yıldırım Kemal’dir, Tuncay Şanlı…

Daha sayalım mı?

Ben bir Alman’ın, bir İngiliz’in, bir Fransız’ın seyrettiği gibi seyredemiyorum. Belki bayrağımıza yüklediğim anlamdan ve bu anlamı göğüslerinin üzerindeki formada taşıyan insanların bunun hakkını vermeleri gerektiğinden…

Yendik mi, gururumuzun uluslararası arenada okşandığını, yenildik mi rencide edildiğimizi hissediyorum.

Viyana’yı artık silahla işgal etmemiz hem anlamsız, hem mümkün değil. Ama futbolla ve gollerle aradan 325 yıl geçtikten sonra fethetmemiz mümkün. Ben turu geçeceğimize kalben inanıyorum. Farz edelim geçemedik. Ben kısa da olsa bu Kurtuluş Savaşı coşkusu yaratan 11 askerle başlarındaki komutan Fatih Terim’e şükranlarımızı sunuyorum. Artık eskisi gibi yenildik ama ezilmedik atasözünü söylemiyoruz. En azından elimizden kaçırdık gibi böbürlenmeleri bize yaşatıyorlar.

2nci Viyana Kuşatması başarısızlıkla sonuçlanınca kademe kademe Edirne’ye kadar çekildik.

3ncü Viyana Futbol Kuşatması da bizim Avrupa Birliğinden geri çekilmemizin habercisi olmasın diye temenni ediyoruz.

Bu gece Ernst Happel kalesini fethedeceğimizi zannediyorum. Avrupa artık Türk isminin yanında Türk futbolunu da konuşmaya başlayacak…

Birde, Viyana Kapıları önünde şehit düşen Yeniçerilerin ruhları bizimle olacak, ben inanıyorum…


Sedat Onar

Ergenekon Madımak Hattı

At izi, it izine karıştı…

Kimin ne halt yediğini kestiremez olduk. Kısa vadeli olayların değişimindeki sürat, her kafadan ayrı bir ses çıkması, her iktidar grubunun elindeki belgeleri doğru-yalan ayrımı yapmadan kişisel hırslarına göre medyaya servis etmesinden dolayı millet kime inanacağını şaşırdı. Daha düne kadar ordusuna laf söyletmeyen insanımızın kafasında ordusuna karşı tereddütler oluşmaya başladı. İtibar erozyonu, haysiyet depremi, iftira kasırgası aldı başını gidiyor…

Herkesin itibar ettiği köşe yazarları zaten 20 yıl önce dediklerini, 10 yıl önce inkar etmişlerdi; 5 yıl önce söylediklerini de dünden itibaren inkara başladılar. Seviyesizlik yer altına düşmüş, çapsızlık nokta gibi…

Biri, Jandarma gibi yıllardır terörle mücadelede başı dimdik bir teşkilatın en üst düzey Komutanlığını yapmış; diğeri Ege Ordusu gibi NATO’dan bağımsız tek Ordumuzun ile 1nci Ordu gibi en güçlü ve en büyük Ordumuzu yıllarca yönetmiş iki eski Orgeneralimizin göz altına alınması, Yunanlılardan fazla içimizdeki muhalefeti sevindirdi. Nihayet muratlarına erdiler.

Dokunulmaz zannedilen aslında benim veya sizin gibi etten kemikten birer insanlar olan, ama liyakat, sadakat, feragat, fedakarlık, bilgi ve tecrübe gibi herkeste bir arada olmayan özellikleri bünyelerinde bulundurdukları için Türk Ordusunda en üst düzeye çıkma başarısı gösteren iki Komutanımızın göz altına alınması, içimizde Türk’e ve Türk olan her şeye düşman olma özelliği taşıyan bazı insancıkları hayatlarında tatmadıkları bir zevki yaşattı.

Daha önceden de dediğim gibi; bunlar asıl zevki 30 Ağustos’da Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekli olarak ayrılacak bazı üst düzey Komutanlarımızın gözaltına alınması ile yaşamak istiyorlar.

Darbe ile ilgili ilk bilgilerin kaynağını teşkil eden, her nasılsa kendi de darbe hakkında bilgi sahibi olduğu iddia edilen Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Özden Örnek bu gözaltılar listesinde yok. Aynı şekilde darbe planlarından haberi olduğu iddia edilen Kara Kuvvetleri eski Komutanı Aytaç Yalman ile Hava Kuvvetleri eski Komutanı İbrahim Fırtına da listede yok.

O zaman mesele darbe değil. Zaten darbe olsa herhalde emekli iki binbaşı veya başçavuşla darbe yapacak halleri de yok. Bunca yıldır Ergenekon operasyonu adı altında yapılan operasyonlarda tutuklanan topu topu 49 kişi var. Bunlar bırakın darbe yapmayı, kapılarının önünde PKK’lılar eylem yapsa ellerinde bunlara karşı koyacakları doğru dürüst mantar tabancası bile yok. Pardon, Ümraniye’de ele geçirilen 27 el bombası hariç. O el bombalarının da kime ait olduğunu iddianame açıklanınca göreceğiz. Gerçi iddianame de Guinness rekorlar kitabına girecek kadar büyük. İddialara göre sadece iddianamesi 2500 sayfa olacakmış, ekleriyle birlikte ne kadar olacağını, varın siz düşünün.

Beni asıl düşündüren bu kadar büyük bir iddianameye herhalde dünyanın bütün suçları sığar. PKK’nın 24 yıllık eylem sürecinde binlerce eylem yaptığı, binlerce silah yakalattığı, binlerce insanı öldürdüğü göz önüne alındığında tüm PKK suçları 129 sayfalık iddianameye sığarken, bu Ergenekon nasıl bir şeymiş de 2500 sayfalık iddianame hazırlanmış?

Duruşmalar başladığında iddianame okunmaya başlarsa, sadece iddianame okunması bir ayı bulur. Bunun yanında iddianamenin sonuna gelindiğinde, zaten baş sayfalarda hangi iddialar var, okuyan bile unutur.

Şimdilik basına sızan haberlere göre: iddianamede, Uğur Mumcu suikastından tutun da, Bahriye Üçok suikastına, Gazi Mahallesi olaylarından, Çorum- Maraş olaylarına kadar Cumhuriyet tarihindeki bütün suikast ve terör olaylarını Ergenekon’un yaptığına dair iddialar varmış… Bir tek Dağlıca Baskını ile Keneddy suikasti eksikmiş… Hayırlısı.

Benim bir tek kafamın almadığı, bizzat çok iyi incelediğim ve iddianamesini okuduğum, Sivas’daki Madımak Oteli Katliamının da Ergenekoncular tarafından yapıldığının iddia edilmesi. Öyle tırı vırı biri tarafından değil. Anlı şanlı bir profesör tarafından söyleniyor olması.

Evvelki günkü Zaman Gazetesi’nde eski Tüm Öğrenim Üyeleri Derneği Başkanı Prof.Dr. Tahir Hatipoğlu’na dayanılarak hazırlanmış bir haber vardı. Haberde Hatipoğlu, güya eski bir rektör yardımcısından dinlediği bir iddiayı gerçekmiş gibi ve kalben inanmış olarak dile getiriyor. Diyor ki: “Eski bir rektör yardımcısı arkadaşım bir konuşmamızda bana, Madımak katliamının arka planında MİT varmış, hatta iki MİT mensubu yangında yanarak ölmüş.”

Hatipoğlu son düzlüğe girmiş yarış atının süratiyle devam ediyor: Ergenekon yapılanmasına baktığında olayın derin devlet işi olduğunu düşündüm. Bu olayı derin devlet dincilerin üzerine yıkmak için yaptığını anladım.”

Atma Recep din kardeşiz!. Hocam, bilmiyorsan internet ortamından iddianameyi ve sanıkların itiraflarını bularak, bir oku. Katillerin profillerini bir incele.

MİT elemanı olarak Muhlis Akarsu’yu mu, Asım Bezirci’yi mi, Hasret Gültekin'i mi uygun görüyorsun, bize söyle de bilelim…

İşin daha da ilginci, Zaman Gazetesi’nde Madımak olayını Ergenekoncuların yaptığına dair imalarda bulunduğu bir kampanya başlatıldı. Evvelki günkü sayısında Ümit Aksoy’un “Aleviler katilleri yanlış yerde arıyor”, bir sonraki günkü sayısında Mehmet Kamış’ın “Madımak, Başbağlar ya da Ergenekon Çetesi” başlıklı makaleleri bunu açıkça vurguluyor. İnsafınız kurusun. Bari bu olayla ilgili Madımak Katliamından kurtulan insanların gazetelerde yayınlanan boy boy beyanatlarını da mı okumadınız?

Her makalemizde diyoruz. “Valla, söyleyecek sözümüz yok” hatta bu konuda hiçbir “fikrimiz yok”…

Yakında Ruanda’da ki Hutu-Tutsi çatışmasını da Ergenekoncular çıkardı derlerse şaşırmam… Bilgi kirliliğinde bütün bunları görecekmişiz… Bir an evvel şu iddianame yayınlansa da okumaya başlasak. Bu kadar iş arasında herhalde bir 3 ayda okuruz. O dönemde de yazılara bir güzel ara veririz…


Sedat Onar

Demokratlar (!) Bir Türlü Darbe Yaptıramadı

Bookmark Post in Technorati




Darbe savunuculuğu yapacak halimiz yok. Cumhuriyet sistemi içindeki arızaların yine demokratik usullerle giderilmesi taraftarıyız. İnsan haklarına, evrensel hukuka, demokratik teamüllere aykırı her türlü girişimi şiddetle reddediyoruz.

Ancak bu memleketin de bir gerçeği var. 27 Mayıs ve 12 Eylül Darbeleri, 12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan muhtıralarının yanında veya karşısında olan geniş birer taraftar potansiyelini de inkar edemeyiz.

İnsanımızın büyük bir kısmı güvenliği ve huzuru için kişisel hak ve özgürlüklerinden vazgeçebilecek bir bakış açısına sahip. Çoluk-çocuğumun can güvenliği olsun da, yeter ki terör ve şiddet olmasın; ben bir takım haklarımdan vazgeçerim düşüncesi içinde. Sen, O’na istediğin kadar demokrasi teorilerinden, insan haklarının evrensel uygulamalarından, her şeyden önemlisi kendi kişisel özgürlüklerinden bahsetsen de vız gelir tırıs gider. Umurunda değildir.

Şimdi, bundan 30 yıl evvelki bakış açısına göre biri CHP’li, biri AP’li (gençler CHP’yi bilir de Süleyman Demirel’in yıllarca Genel Başkanlığını yaptığı Adalet Partisini bilmeyebilir) iki aileyi ele alalım. Bir AP’liye 27 Mayıs’ı, bir CHP’liye 12 Eylül’ü ve 12 Mart’ı sevdiremezsin. Oysa demokratik sistem içerisinde bütün müdahaleler anti demokratiktir. Kim yapılan müdahale ile baskıdan kurtulup, özgürlüklerini geri kazandıysa anti demokratik de olsa askeri müdahaleyi alkışlamıştır. Kim zarar gördüyse, yapılan müdahalenin düşmanı olmuştur. Demokrat kafa yapısına sahip bazı aydınlarımızın bir kısmı bile sırf kendince bir takım kazanımlar elde etti diye 27 Mayıs’ı savunmak zorunda kalmıştır. Nihayetinde askeri bir müdahaledir. Savunulacak bir yerinin olmaması gerekir. Ama O aydının ana-babası Demokrat Parti dönemindeki tahkikat komisyonları tezgahından geçmişse, O aydın Ordu’nun müdahalesini alkışlamıştır.

Bunun tam tersi de olmuştur. 12 Eylül’le birlikte bu işten en fazla zarar gören kesim sol olmuş, sağ nispeten serbest bir hareket alanı elde etmiştir. Ancak sağdan da BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu gibi zarar görenler dışında sağ kesimin büyük bir çoğunluğu tarafından zamanında askeri müdahale alkışlanmıştır. Milat’tan önce 4 binleri anlatmıyoruz. Bu toplumun içinde yaşayan bir birey olarak o zamanki genel havadan bahsediyoruz. Yoksa “Hatırla Sevgili” dizisindeki gibi tek bir kesimin bakış açısıyla olayları yargılamıyoruz.

Dediklerimizin ispatı da şudur: her iki darbeden önce iktidarda olan siyasi partilerin milyonlarca taraftarı vardı. Ancak 27 Mayıs’da Menderes asılırken, 12 Eylül’de de Ecevit Hamzakoy’a askerler arasında gönderilirken kimseden çıt çıkmadı. Hatta millet ertesi gün Milli Birlik Komitesinin veya Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin mitinglerinde elleri patlayana kadar yeni kralları alkışlıyordu.

O zaman bu gerçeği kabul edelim. İster vatandaşımızda demokrasi kültürü yok diyelim, ister vatandaşımız menfaatlerini ön planda tutuyor diyelim, bu ülkede askerin yönetiminden memnun olan bir kitleyi kimse inkar edemez…

Bizim derdimiz riyakar ve iki yüzlü davrananlarla.

Gençlerimizin bir fırsatı olsa da 12 Eylül döneminde yayınlanan gazetelerin arşiv nüshalarına bir göz atabilseler. Halen herhangi bir gazetede bir köşe kapmış, dolar üzerinden maaş alan ve 12 Eylül’e methiyeler düzenlerin büyük bir çoğunluğunun, şimdi darbe karşıtı söylemleri ile halkı kafalamaya çalıştığını görecektir.

Bu riyakarların diğer bir grubu var ki, anlatılmaya değer. Bunlar hela dışında her yerde ve her platformda akil adam muamelesi görmek için darbeye karşı olduğunu söylüyor.

Aynı adamlar yıllardır, darbe oluyor, darbe geliyor, darbe gidiyor laflarını söyleye söyleye ağızlarında tüy kalmadı. Bekledikleri darbe bir türlü gelmedi. Bunun yerine Silahlı Kuvvetlerin kendine yapılan aşağılık saldırılara internet ortamından verdiği cevapları bile e-muhtıra olarak kayıtlara girmesini sağladılar. Ancak bekledikleri darbe gelmedi. Gelmeyecek de. Bunun yerine darbe hayalleri üretmeye başladılar.

Dikkatinizi çekerim… Bu darbe laflarını bebek emziği gibi ağızlarından düşürmeyenler, darbe karşıtı olduklarını söyleyen kesim.

Daha önceden alışmışlardı. 20 yılda bir darbe, 10 yılda bir muhtıra geliyordu. Şimdi o da yok. Hayal kırıklıklarının hüsrana uğraması, bunları rahatsız ediyor. Yıllardır gazete köşelerinde, panellerde insanlarımızı Silahlı Kuvvetlerden soğutmak için verdikleri mücadelenin temel taşı olan darbe söylentileri bir türlü gerçekleşmedi. Bu arkadaşların tamamı şimdi eşekten düşmüş karpuz gibi ne yapacaklarını bilemiyorlar. İçlerinden “Aman Silahlı Kuvvetler bir darbe yapsa da dediklerimiz doğru çıksa, taraftarlarımız bizim ne kadar öngörülü aydınlar olduğumuzu tescil etse” beklentileri Ordumuzun çağdaş ve demokratik tutumu sayesinde havada kaldı. Taraftarlarına karşı sicilleri bozuldu.

Darbeye karşı durmaktan başka sermayeleri olmayan bu kesim şimdi hedef tahtasına bağımsızlıkçı düşünen, güçlü Türkiye’nin zengin ve müreffeh bir toplumla olması için mücadele eden Kuvvay-ı Milliyecileri koydu.

İşin kötü tarafı nedir, biliyor musunuz? Bu darbe özlemi ile yanıp tutuşanların tamamına yakını kendilerini demokrat sıfatına uygun görüyorlar. Bir darbe olsa el altından ilk işbirliği yapacak kitle de yine bunlar. Bunlara uyan bir fıkra ile kapatalım…

Erzurum'da Ermenilerin olduğu dönemde, kurban bayramı. Erzurumlular kurban kesiyorlar, bunu gören Ermeni’nin biri arkadaşına;

- Ben de kurban kesmek istiyorum, der.

- Olur mu saçmalama. Sen Müslüman değilsin, kurbanı niye keseceksin ki? diye karşı çıkar arkadaşı.

Tabi Ermeni kararlı, gidip bir inek satın alır ve eline bıçağı alıp ineğin başına gelir. Elindeki bıçakla ineği ve kendini kan revan içinde bırakır ama bir türlü ineğin canı çıkmaz. Bunun üzerine Ermeni’nin arkadaşı yanına gelip;
- Ya bu kadar işkence çekeceğine git şu karşıdaki Müslüman kahvesine bir tanesinden rica et gelip kessin, der.

Ermeni elinde bıçak üstü başı kan içinde kahveye girer.

- Bir Müslüman arıyorum, der.

Kahve halkından biri korkudan "Ca..ca..camiye gittiler, burada müslüman yok" der.

Adam camiye gelir ve içeri girip, " Müslümanlar buradaymış, öyle mi?" der. Cemaatte çıt yok. Sonunda dayanamayıp arkası dönük olan hocayı gösterirler. Ermeni hocanın karşısına dikilir; "Burada tek Müslüman sensin heralde". Hoca kanlı bıçağa bakar ve "Çim? Ben?... Bene Müslüman diyenin celmişini ceşmişini..."